Yanılmışım, babam haklıymış!

Geleneklerini kaybetmek suretiyle kendisine yabancılaşmış bir toplumun fertleriyiz artık. Kültürel değerlerimizin bize sunduğu yaşam biçimimizi değiştirerek yeni bir değerler silsilesinin sahip ve savunucuları olduk.

Sağ elle yemek yeme alışkanlığımızı, birileri bıçağı sağ tarafımıza koyunca kaybettik.
Bize ‘moda’ diye tabir edilerek sunulan ve sürü psikolojisini tahrik eden bir anlayış sonucu, bir yandan göbeğimizi açıkta bırakan elbiseler giydik, bir yandan da habire giydiğimiz elbise dolayısıyla açık kalan göbeğimizi bir refleksle de olsa örtmeye çalıştık.
Büyüklerimiz bizlere geleneklerimizle ilgili birçok şey söylemişlerdir. Ancak bizden öncekiler bunları öyle katı şekilde uyguladılar ki onlardan sonraki kuşak olarak biz de aksine tamamen buharlaştırdık geleneklerimizi. Çevremiz ve örf âdetlerimizin üzerimizdeki baskısı, iradenin bizim elimize geçmesinden sonra, örf ve âdetlere karşı büyük çoğunlukla yok sayıcı bir tavır geliştirmemize neden oldu. Büyüklerimizin bizimle ilgili olan davranışlarını gözden geçirip doğru olanı uygulama çabası içerisine girmek yerine, onların tüm davranışlarını belki de uzun bir müddet yok saydık.
Biz tefritten ifrat çıkardık. Örneğin, bizi ölçüsüzce yok sayan büyüklerimizden sonra biz kendi çocuklarımıza, kendimizi yok saydıracak aşırılıkta bir iltifat süreci geliştirdik. Ya da büyüklerimizin kendilerine saygı gösterilmesi konusunda aşırı uçlu davranışlarından sonra biz, çocuklarımızın rahat olmaları ve kendi öz güvenlerinin gelişmesi noktasından hareketle büyüklerine karşı saygı mefhumundan mahrum kalmalarına neden olduk. Aynı şekilde büyüklerimizin bulunduğu meclislerde onların izni olmaksızın meramımızı ifade etme hevesimiz hep kursaklarımızda bırakılırken, bugün çocuklarımızın izinsiz ve ukala tavırları dolayısıyla büyükler olarak biz meramımızı ifade edemeyecek duruma geldik.
Babam, kendisinin odaya girişinde ayağa kalkmamızın doğru olacağını söyler ve bunu bizden beklerdi. Bu konuda defalarca tartıştığımızı hatırlıyorum. Saygı duymanın somut kriterlere indirgenmemesi gerektiğini savunuyor, ‘babam bulunduğumuz odaya geldiğinde, ben kendime çeki düzen vermeliyim, ama ayağa kalkmama gerek yok’ diye düşünüyordum. Yanılmış ve belki de çok defa kırmışım babamı. Saygı ve sevgi somutlaştırılmalı diye düşünüyorum şimdi. Babam bulunduğumuz odaya girdiğinde, ben ayağa kalkmalı ayrıca davranış ve sözlerime de dikkat etmeliyim. Onunla kurmam gereken baba-evlat ilişkisi, saygının en yoğun hissedildiği, samimiyetin doruklarında ve sevginin en cömertçe sunulduğu bir ilişki şeklinde olmalı. Yani saygı, sevgi ve samimiyetten ödün verilmeyen bir ilişki.
Bugün yaşadıklarım dolayısıyla babama hak veriyorum. Bizim içimizden çıkıp, bizim evlatlarımız oldukları halde, kültürel olarak bizden olmayan bir gençlik var. Simaca bize benziyorlar ama âdetlerimiz çok farklı. Onlar bizleri sorguluyor, ‘biz nasıl olur da böyle bir ortamdan çıkabiliriz’; biz onları sorguluyoruz, ‘bizden nasıl olur da böyle bir nesil türeyebilir’ diye.
Örf ve âdetlerimiz dolayısıyla bizim önemsediğimiz toplumu, onlar bireysel özgürlükleri dolayısıyla yok sayıyorlar. Halk arasında ‘oturup kalkmasını bilmek’ olarak kullanılan bir deyim vardır. Elbette herkes bir şekilde oturup kalkmasını bilir. Dahası her oturan mutlaka kalkar ve her kalkan da oturur. Hal böyle iken, halk arasında ‘oturup kalkmasını bilmek’ deyiminin yaygınlaşmasının ardında, örf ve âdetlere riâyetin olduğunu görmek mümkün. Ben de, bazı örf âdet halini almış davranış biçimlerinin doğru davranış biçimleri olmadığını düşünüyorum. Bunların arasında özellikle, ferdin özgürlüklerini kısıtlayan, onu yok sayan türden davranış biçimleri başta geliyor. Ancak benim gibi birey insanın özgürlüklerinin kısıtlanması hususunu kabullenmeyen, böylelikle birey insanın yok sayılmasını engelleme çabası içerisinde olan bazıları, kendilerini var kabul etmek adına toplumu ve binlerce yıllık âdetleri yok saydılar/sayıyorlar.
Bazıları biraz daha ileri giderek, bu yok saymaya gerekçe olarak, özgürlüğün muhafazasını göstermeye çalıştı. Yani her yerde dilediğini yapabilme hakkının olduğunu düşünme. Böyle bir şey doğal olarak başkalarının varlığı hesaba katılarak yapılamaz. Yani başkasını var kabul edip onları önemseyen hiç kimse, içinden geldiği gibi davranışlar sergileyemez. Mutlaka davranışlarına sınır getirir. Ancak bir insan, dilediği gibi davranışlar sergiliyor ve bunları sınırlandırmıyorsa, o insan, etrafındaki insanları dikkate almıyor ve onları yok sayıyor demektir. Özgürlük adına çevresindeki insanları yok sayan insan, iki yüzlüdür. Hoşnut olmadığı bir davranış biçimini hiç tereddütsüz yapıyor demektir.
Oysa örf âdetler bizde terbiye ile de yakından ilgilidir. Terbiye ile yakından ilgilidir çünkü terbiye, doğru ve yanlışların bilgisidir. Kabul ettiğimiz doğru ve yanlışlar davranışa dönüştükleri anda ‘terbiye’ olarak karşımıza çıkarlar. Örneğin, ilme ve muallime saygı gösterilmelidir. Bu doğrudur. İlme ve muallime hem davranış olarak hem de zihinde saygı gösterilmesi, karşısında ciddi olunması, ceket düğmelerinin iliklenmesi, onunla konuşurken saygı tonlu konuşulması terbiyedir. Terbiye bilgisine sahip olunması, terbiyeli olmak anlamına gelmiyor. Sözgelimi, anne-babaya saygı ve itaatin gerekli olduğunu bilen ancak, anne-babasına saygı ve itaat göstermekte yetersiz kalan bir kimse, terbiyeli kimse olarak nitelendirilmez. Çünkü terbiye soyut bilginin ötesinde, somut davranışları karşılar.
Bugün sahip olduğumuz örf ve âdetler konusunda ciddi bir kırılma yaşayan gençlerimiz, buna bağlı olarak terbiye noktasında da aynı kırılmayı yaşıyorlar. Bunu söylerken, elbette örf ve âdetleri bölünmez ve bir o kadar da mukaddes bir bütün olarak değerlendirmiyorum. Tek tek değerlendirildiğinde doğru ve yanlış olarak nitelendirilebilecek bir çok çeşidi var örf âdetlerin. Bunlar arasında kabul edilebilir ve kabul edilemez olanlar da var. Ama genel anlamda toplumsal bir vakıa olarak değerlendirildiğinde örf âdetlerin köklü bir kültürün uzantısı olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Bu köklü kültür, bizim yaşam tarzımızın değişmez doğrularını vaz’ eden kültürdür. Bu zaviyeden bakıldığında örf âdetlerin kırılmaya uğraması, kökü toplumsal dokunun derinliklerinde, aşkın bir kültürün inkıtaa uğraması demek olacaktır.