Yaşadıklarımız inandıklarımızdan ötürü mü?

Hem bireysel hem de toplumsal alanda ‘kültür’ü, kısaca ‘bir yaşama ve düşünme biçimi’ olarak tanımlamak mümkün. Aynı şekilde, ‘din’ terimini de, ‘yaşama ve düşünme biçimi’ şeklinde tanımlayabiliriz. O halde kültür ve din terimleri birbiri yerine kullanıldıklarında doğru bir kullanım oluşturabilecek müteradif terimlerdir denilebilir. Yaşama ve düşünme biçimi şeklinde ortaya konulan bir içerik, birey insan ile ilgili herhangi bir parçalanmayı kapsamında barındırmaz. Yani bir günün tamamını kapsar.

Dinin, hayatın pratiğine dönük tasarımları olduğu gibi, davranışların potansiyel olarak şekillendiği düşün dünyasına yönelik talep ve disiplinleri de vardır. Dolayısıyla birey insanın düşünce ve fiillerini birlikte şekillendirme noktasında talebi olan din/kültür, insanın günlük yaşantısında herhangi bir ikileme fırsat tanımamaktadır.

Yani, yaşama ve düşünme biçimimiz kültürümüzü ele vermektedir. Pratik yaşantımız, özde düşünsel dünyamızdan onay gören potansiyel davranışların fiile dökülmesi olduğuna göre, ayrı bir pratik yaşam ve ondan bağımsız farklı bir zihin dünyasına sahip olabileceğimiz şeklindeki ihtimalin bir yandan çok mesnetsiz kalacağı, bir yandan da kendi içerisinde tutarlı olmayan bir kişilik oluşturacağımız anlamına geleceğini kabul etmek durumundayız.

Din de müntesiplerinin yaşama ve düşünme biçimlerine müdahale eder. Her dinin hem zihin hem de pratik yaşantıya dair talepleri vardır. Hiçbir din vazıı, kendisine bağlı olanları, düşüncede kendisine uysunlar, pratikte -ne yaparlarsa yapsınlar- şeklinde bir durumla karşı karşıya bırakmaz. Bu durum din olma özelliğine ters bir durumdur. Aynı şekilde birey insanın davranışlarını zihinsel dünyasından bağımsız olarak değerlendirmek de mümkün olmadığı için, dinin bunlardan sadece bir tanesine talip olabileceğini söylemek doğru olmayacaktır.

Buradan hareketle şöyle bir yargıya varılabilir: Birey insanın yaşam şekli esasında onun inanç örüntüsünü de yaklaşık olarak ele verir. Ancak bu yargıdan kurtulabilmenin yolu, zihin ve pratik arasında aslında çarpıklık olarak ileri sürülen ayrılık tarzının bir çarpıklık olmadığı iddiasında bulunmaktan geçiyor. Yani, din sadece inançtan ibarettir, insan başka bir şekilde inanabilir ve pekâla bu inançla çelişen bir yaşam tarzı sürebilir, demekten. Oysa hayatı ve insanı parçalamaya yönelik böyle bir anlayış, hiçbir dünya görüşünün olumlayacağı tarzda bir anlayış değildir.

Yukarıdaki ifadelerimizden, yaşam biçimimizin hiçbir şekilde değişikliğe açık olmayacağı şeklinde bir anlam çıkarılmamalı. Hayat elbette dinamiktir. Bilimsel ve ekonomik gelişmeler yaşam tarzlarını da doğrudan etkileyebilir. Ancak bu gelişmeler yaşam tarzlarının temel dinamiklerini değiştirmemelidir. İnsanlığın teklifiyle karşı karşıya olduğu son din olan İslam, bu konuda insan ve hayat ile çelişmeyecek genel/temel ilkeler koymuştur. Bu ilkeler doğrultusunda yaşama çabası içerisinde olmak, içinde bulunduğumuz zamanın dışında bir yaşam sürme arzusunda olmak anlamına gelmez. İslam dini, her zaman ve mekanda hem zihinsel hem de pratik bir oluşum sergileyebilmeyi sağlayabilecek küllî ve dinamik bir ilkeler örüntüsüne sahiptir. Müslüman birey, ortam ve şartlar nasıl teşekkül etmiş olursa olsun, müslümanca düşünmek ve müslümanca yaşamak ile yükümlüdür ve bunu yapabilir. Örneğin dünya şartları ne oranda gelişirse gelişsin, müslümanın sözgelimi namaz kılma ve ibadet etme keyfiyeti değişmez. Şehirlerin büyümesi, teknolojinin hızla gelişmesi, yaşam tarzının iyileşmesi haramları helal, helalleri haram kılmaz ve örneğin komşuluk ilişkilerinde bir kopukluğun oluşmasına gerekçe olmaz.

Günümüz dünyasında genel olarak yaşadığı gibi inanmayan dolayısıyla da inandığı gibi yaşamayan egemen bir insan kütlesi var. Bu insanlar hangi dine mensup olurlarsa olsunlar kendi inançlarının öngördüğü yaşam tarzının dışında bir yaşam biçimi içerisindedirler. Ülkemizde de aynı sorun mevcut. Din, hayat ve insan ile ilgili temel kavramlar ciddi şekilde içerik olarak boşaltılmış durumda. Hal böyle olunca, insanlar ne inanma keyfiyetini algılayabiliyor ve Allah’a inanmanın insana kazandırmış olduğu olgunluğu hissedebiliyor ne de hayatın akıp giden ritmi içerisinde insan olarak kendi varlıklarını anlamlandırabiliyorlar. Dolayısıyla mü’min olmanın huzurlu ve sükunetli ortamının hep dışında kalmış oluyorlar.