Tarih Çağlarının Tasnifine Aykırı Bir Yaklaşım

Hepimiz okul hayatına başladığımız ilk günden itibaren, sınıf duvarlarımızda görmeye alıştığımız Tarih Çağları şeridini ezberleyerek büyüdük. Hani şu konuşmasını, giyinmesini bilmeyen, mağara ve ağaç kovuklarında yaşayan ilk insanların olduğu; Taş devriyle başlayan ve Fransız İhtilali ile biten tarih şeridiyle. Bizim de atalarımız olan ilk insan topluluğu ile ilgili bilgileri çoğu zaman yadırgamadan benimsedik. Biyolojik ve zihinsel bir evrim geçiren zeki bir cinsin uzantıları olarak algıladık kendimizi. Bu bilgileri edindiğimiz ya da adam akıllı kullandığımız dönemlerde Hz. Adem’in insanların atası ve ilk peygamber olduğu şeklinde bir inanç dizgesine de sahiptik ve iki bilgi arasındaki çelişkiyi gözden kaçırdık. Bunu en azından ortaöğrenim yıllarımızda yaptık. Oysa öğrendiklerimiz böyle bir çelişkiyle başladığı halde, yani inancımızla bize öğretilenler ciddi manada bir çelişki oluşturduğu halde, bunu belki de inanç ile bilgimizi karıştırmamak adına hiç sorgulamadık.

Tarih Çağları Şemasını sınıf duvarlarımızda görmek, onun mutlaka öğrenilmesi gereken bilimsel ve doğru bir bilgi olduğu düşüncesini zihinlerimize yerleştirdi. Aksini düşünmeyi gündemimize bile almadık. Sorgulamak aklımızdan dahi geçmedi. Hele bir de Fatih’in İstanbul’u fethiyle bir çağ açıp bir çağ kapattığını şemada görmemiz, kelimenin tam anlamıyla bu şemayı içselleştirmemize neden oldu. Çünkü bizden bir şeyler vardı şemada.

Çağ tasnifi, tarihin daha iyi araştırılması, öğretilmesi ve öğrenilmesini kolaylaştırmak için elbette gereklidir. Aynı zamanda tarih bilincinin oluşturulabilmesi noktasında çok önemli bir disiplindir.

Ancak bu tasnif, oluşturmak istediğimiz kültürel dokuyla uyuşmalıdır. Tarihi, çağlara ayırırken ortaya koyduğunuz kilometre taşları, kültür dünyamızın önemli kilometre taşları olmak durumunda. Başkalarının dünyasına ait önemli olayları, kendi dünyamızı inşa etme noktasında kilometre taşı olarak kullanırsak, bir çelişki yaşamaktan kurtulamayız. Doku uyuşmazlığı olur. Zihin, kabul etmez bunu.

Şimdi ders kitaplarımızda yerini almış, sınıf duvarlarımızda bulunan 4 mevsimi öğrendiğimiz doğrulukta ezberlediğimiz, seyrettiğimiz bazı çizgi filmlerle doğruluğu, kesinliği ve evrenselliği hakkında kuşkularımızı ortadan kaldırdığımız tabloya dikkatle bakalım:

Tarihin çağlara ayrılmasında en belirgin nokta yazının bulunması olarak ön plana çıkıyor.

Çünkü yazının M. Ö. 3500’lü yıllarda Sümerler tarafından bulunmasıyla insanlığın büyük bir devrim yaşadığı varsayılıyor ve çağlar yazıya göre tasnif ediliyor: Yazıdan öncesi, ‘Tarih Öncesi’; yazıdan sonrası ‘Tarihi’ Çağlar.

Yazı öncesi dönemler, insan cinsinin araç-gereç yapabilen zeki bir tür olduğu önyargısıyla oluşturulmuş. Kabataş, Yontmataş ve Cilalıtaş devirlerinden oluşan Taş Devri ile Bakır, Tunç ve Demir devirlerinden oluşan Maden Devri.

Aynı tabloda Milat olarak, İsa Peygamberin doğumu esas alınmış.

Devam edelim:

İlk çağ, yazının bulunmasıyla başlıyor ve Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışına (476) kadar devam ediyor.

Ortaçağ, Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı ile başlıyor ve İstanbul’un fethine (1453) kadar sürüyor.

Yeniçağ, İstanbul’un fethiyle başlıyor ve Fransız İhtilali (1789) ile sona eriyor.

Yakınçağ ise, Fransız İhtilaliyle başlıyor ve günümüze kadar devam ediyor.

Şema böyle…

Tarihin çağlara ayrılmasında toplumların sosyal ve kültürel hayatlarında etkili olan olaylara yer verilir ve bu olayların kendi kültür coğrafyalarında yetişen herkesin bilincinde etkin olması düşünülür. Dolayısıyla yukarıda belirtilen ve çağ başlangıçlarına neden olan olayların Batının kültür coğrafyasında bir karşılığı vardır. Batılı herhangi bir ülkenin tarih kitaplarında bu tasnif kesinlikle anlamlıdır. Ancak aynı şeyi Batının kültür coğrafyası dışında bulunan ülkeler için söylemek mümkün değildir.

Çağ tasnifi, bilimsel anlamda nesnel kabul edilen bir durum değildir. Genel-geçer de değildir. Görece ve yanlıdır. Her kültür coğrafyası kendi tarihini baz alarak çağların başlangıç ve bitişleriyle ilgili olaylar belirleyebilir. Bu konuda oluşturulabilecek her türlü dayatma, kültür despotizmi adına yapılmış demektir.
Bu bilgilerden hareketle yukarıdaki şemayı inceleyelim:

Tarihin çağlara ayrılmasında en belirgin noktanın yazının Sümerler tarafından bulunması olduğu; yazıdan önceki dönemlerde insanların yaptıkları araç gereçlerin işlenme şekli ve bunun için kullandıkları malzemelerle devir atladıkları, sürüler halinde yaşayan insanların hayvanları yaklaşık 3 bin yıl sonra evcilleştirdikleri ve tarımsal hayat ve üretime böylelikle geçtikleri söyleniyor. Oysa Hz. Adem ve onun biri tarım diğeri hayvancılıkla uğraşan oğulları Habil ve Kabil’e ait bilgilerin esamesi okunmuyor. Hz. Adem’e bütün isimlerin öğretilmesi ve ona 10 sahife gönderilmesi bir bilgi olarak bile değerlendirilmiyor. Çünkü bu doğru bilginin onların kültür dünyalarında tam anlamıyla bir karşılığı bulunmuyor.

Milat olarak, Hz. İsa’nın doğumu esas alınıyor. Bu, Hıristiyan kültür coğrafyası için yerinde olabilir. Ancak bir Budist’in dünyasında bunun hiçbir manası yoktur.
Eskiçağ, Batı Roma İmparatorluğu’nun 476 yılında yıkılışıyla sona eriyor ve Ortaçağ başlıyor. Fakat Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı sözgelimi, Hint tarihi için hiçbir mana ifade etmiyor.

Ortaçağ Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışıyla başlıyor ve 1453 yılında Doğu Roma İmparatorluğu’nun yıkılışına kadar devam ediyor. Ancak nedense biz, Doğu Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı ile İstanbul’un fethini aynı değerlendiriyoruz. Bu çağ tasnifine toplum olarak sahip çıkmamızı sağlayan en önemli unsurun, bu yanlış değerlendirmeden kaynaklandığını düşünüyorum. Doğu Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı ile İstanbul’un fethi aynı olaydır. Fakat olayların adlandırılması, olaya hangi kültür coğrafyasından bakıldığıyla yakından ilgili. Osmanlı kültür coğrafyasından bakan biri, 1453 yılında İstanbul’un fethedildiğini görürken Batının kültür dünyası içinden bakan biri aynı olayı Kutsal Roma İmparatorluğu’nun Doğudaki son kalesi durumunda olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı olarak görüyor.

Kaldı ki, Yakınçağ’ın Fransız İhtilali ile başladığını dikkate alınırsa, 1453 yılını İstanbul’un fethi olarak adlandırmanın tablonun bütünlüğünde bir çelişki oluşturacağı söylenebilir. İsa Peygamberin doğumu, Batı Roma’nın Yıkılışı ve Fransız İhtilali, Avrupa kültür coğrafyasının önemli olayları arasında yer aldığı için Osmanlı kültür coğrafyası içinde anlamlı bir yeri olan İstanbul’un Fethi tabloda aykırı kalıyor. Oysa İstanbul’un fethi yerine Doğu Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı konulduğunda tablo, kendi içerisinde tutarlı bir bütünlük oluşturmuş olacaktır.

Müslüman kültür coğrafyası, zengin bir tarihsel geçmişe sahiptir. Tarih ilminin şekillenmesi noktasında Avrupa’nın hiç de gerisinde değildir. Bu çerçeveden hareketle Avrupa’nın ortaya koyduğu tarihsel bir takım yaklaşımların evrensellik adı altında bizleri zihnen kucaklamasının dışına çıkmak gerekmektedir. Yarınımızı doğru ve bize özgü şekillendirebilmek için dünü kendi norm ve değerlerimizle okumak durumundayız.

Bugün artık, bir zamanlar zannedildiği gibi Avrupa’nın yaşadığı sürecin her toplum tarafından yaşanılması zorunlu bir süreç olmadığı çok sesli olarak dile getiriliyor. Herkes ve her toplum kendisini yaşamak zorundadır. Aksi aslanın yürüyüşüne özenip, bu özenti içerisinde kendi yürüyüşünü unutan merkebin haline benzeyecektir.

Dolayısıyla toplum olarak, sürdürülmesi gereken zihin inşa hareketini doğru bir zemin üzerine bina etmeliyiz. Tarihçilerimiz bir araya gelerek, okul kitaplarından başlamak üzere, kendi kültür coğrafyamıza uygun, kendi dokumuzla uyuşabilecek ve toplumumuza her yönüyle bilinç sunabilecek, bizden olan bir çağ tasnifi şeması oluşturmak durumundadırlar. Bu sadece akademik bir çalışma olarak değil, ders kitaplarında hızlı bir şekilde yer alıp topluma indirgenebilecek bir çalışma olarak ortaya koymalıdırlar. Çünkü bu bir ödevdir.