Enkaz altında yüreğin genişliğine sığınabilmek

 

Kışın kasvetli ikliminin yerini baharın gizemli havasına terk ettiği bir zamandı. Kışla birlikte kefeni andırır beyaz bir örtüyle kaplanmış olan yeryüzü, ölüme ve yeniden dirilmeye ya da uyku sonrası yeniden uyanışa nispet eder gibi ter u taze bir diriliş çabası içerisindeydi. Baharla birlikte başlayan kırkikindi yağmurları, soğuk ve alabildiğine kasvetli kış mevsiminin ardından gönüllerde bir kımıltı oluşturabilecek tarzda yağıyordu.1 Mayıs gecesiydi. İnsanlar evlerinde uykunun, o en vahşi, belki de en insan olmayan insanları bile masum hale getiren uykunun kollarına bırakmışlardı kendilerini.. Şehir kim bilir belki de son otuz yılın en sessiz gecelerinden birini yaşıyordu. Koca şehrin sakinleri sıcacık yataklarında, yarın mutlaka uyanacaklarmış gibi kesin bir inançla uykuya dalmış ve akşamdan, uyanacakları günün programını bile zihinlerinden yapmışlardı. Uyuyup uyanmak güneşin doğup batması gibi bir şeydi onlar için. Çünkü güneş şimdiye kadar hiç yanıltmadı böyle düşünen yeryüzü sakinlerini. İyiliklerini yarına erteleyenler, hatalarını yarından itibaren tekrarlamayacaklarını düşünenler, suçlarından ötürü özür dilemeyi yarına bırakanlar güneşin doğuşuyla yeryüzüne yeniden uyanacaklarmış gibi uykuya dalıverdiler. Hem de sanki hayatı güzel kılan, kesintisiz olması ve içinde sürekliliği saklamasıymış gibi.

Saatler 03:27’yi gösteriyordu. Şiddetli bir sarsılmayla sarsıldı yeryüzü. Sarsılan Bingöl’dü belki, ama sanki tüm yeryüzü aynı şiddetle sarsılmış gibiydi. Bina duvarlarında hayvan hırıltısını andırır sesler kapladı tüm kulakları. Binalar düzenini bozmadan önce, bu ses korku saldı yüreklere, tamiri zor izler bırakarak. Yapmayı düşündüğümüz tek şey, dışarıda kullanabilecek birkaç eşya alıp çoluk çocuk kendimizi evimizden dışarı atmaya çalışmak oldu. Çünkü her hane bir kabir olabilirdi hane sahipleri için. Ve tıpkı kabirden kaçar gibi evlerinden dökülüyordu meydanlara insanlar.

Sokağa çıktığımda karşılaştığım manzara tam bir haşir meydanı manzarasıydı. Yalnız bir istisnası vardı bu manzaranın: Meydandakiler bir şanslarının daha olduğunu biliyorlardı. Doğrusu ben şehri hiç bu kadar kalabalık görmemiştim. Koşuşturanlar, arabalarla gidip gelenler, ağlayanlar, bağıranlar, şaşkın şaşkın ortalıkta dolaşanlar, olayı kavramaya çalışanlar, yakınlarına ulaşma çabası içerisinde olanlar, depremin büyüklüğü ve merkez üssünü öğrenme merakı içinde bulunanlar, yıkılan yerleri öğrenmeye çalışanlar… On yedi saniye boyuncu silkinmiş olan şehirden çıkan toz duman, yeniden şehrin üstüne çöreklenmeye çalışıyor ancak inanılmaz derecedeki hareketlilik buna engel oluyordu.

Tüm yeryüzü sallandı, tüm yeryüzü harap oldu diye düşünüyor insan. Herkes önceleri gördüğünde içinde bir sıcaklık hissettiği evine karşı bir ürperti içinde. Artık sıcacık bir yuva izlenimi vermiyor yapılar. Korkunç bir düşman gibi görünüyor meydandan bakınca. Korkunç bir düşman gibi. Kimse yaklaşmıyor evine. Sanki yapılar kolonlarıyla, kirişleriyle, ağır beton parçalarıyla üzerine hücum edecek, kendisini ya sakat bırakacak ya da öldürecek düşmanlarmış gibi algılanıyor. Ve yer devam ediyor sarsılmaya. Artçı depremler birbiri ardınca sallıyor yeryüzünü. Yeryüzü bir canlı gibi, böğürmeye devam ediyor. Bir saat önceki derin sükunet, yerini öfkeli bir böğürmeye bırakmış, arz durmadan sallanıyor. Sükunetini kaybeden yeryüzü gibi, insanların yüreği de hop iniyor hop kalkıyor. Gecenin, karanlığın aydınlığa yaklaştığı andaki koyuluğu bir yandan, yapıların insan üzerine saldıracakmış gibi durması bir yandan, insanın güçsüzlüğü, dahası hiçbir işe yaramayacak kadar olan gücü bir yandan yüreğini tam bir çaresizlik düşüncesi içerisine sokuyor. Yer sallanıyor, mahallesi sallanıyor, binaları sallanıyor, evinde duvarlar hışımla diş biliyor ama o hiçbir şey yapamıyor. Hiçbir şeye hükmü geçmiyor. Hiçbir şeyi kontrol edemiyor. Hatta kendini bile. Yüreğini bile. Tam bir acizlik. Tam bir acziyet hali.  Ne zengin, ne fakir olması etkiliyor olanları. O an ki duygular, doğru duygular. Yüreğin yıllardır doğru ya da yanlış birçok şeyi oturtmasının ardından yeryüzünün şiddetli bir sarsıntı geçirmesiyle birlikte sarsılması sonrasında ortaya çıkan doğru duygular. Şaşkınlık, acziyet ve çaresizlikten ağlamalar ve çözülme. O katı halden çözülme. Hiç kimse hiç kimse için bir şeyler yapabilecek durumda değil.

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte çöken yapıları dolaşmaya başladık. AKUT, Sivil Savunma Ekipleri ve askerler enkazın üzerinde kurtarma çalışmalarına başlamışlardı. Enkazın çevresindeki insanlar merak dolu bakışlarla kurtarma çalışmalarını seyrederken, yakınları enkaz altında olanlar ellerinden gelse tırnaklarıyla enkazı kaldırabilecek bir hırsı içlerinde taşıyarak, enkaz kaldırma ekiplerine yardım ediyor, hadi n’olursunuz kurtarın yakınımı, diyen gözlerle kendilerine verilecek bir vazifeyi bekliyorlardı. Enkazın bir tarafına baldırları ayak topuklarına neredeyse değecek şekilde diz çökmüş, yakınının oturduğu dairenin duvarlarına dalıp giden erkekler ve yavrusunu düşmana kaptırmış geleneksel annelerin yüreklerinden dokuyarak çıkardıkları ağıtlarıyla beraberindekileri hatıradan hatıraya sürükleyen çığlıkları donduruyordu insanı. Enkazlarda çalışanların rahat çalışmalarını sağlamak için nöbet tutan erlerin, yavrusunun altında bulunduğu enkaza saldıran anneleri alıkoymaya çalışırken, gözyaşlarını tutamamalarına da çok şahit oluyor insan.

Depremin bir fobi haline gelmesini sağlayan nedenlerden biri enkaz altında kalma ihtimali olmalı herhalde. Ağır kirişlerin, kolon ve duvarların altında dakikalarca, saatlerce ve belki de günlerce kalakalmak. Beden kimyasının bozulduğu, vücut saatinin bile rutin çalışma temposunu kaybettiği vakitler. Küçük ve dar bir alanda günlerce hem de kısıtlı hareketler yaparak hayatını devam ettirebilmek. İşte ancak yüreğini geniş tutabilirse bunu başarabilir insan. Yüreğinin genişliğine sığınabilirse. Yüreğinin genişliğine sığınıp orada ümit pırıltıları sunabilecek noktalar bulabilirse.

Etrafındaki sağır duvarlardan başka sesini duyabilecek hiç kimsenin olmadığını düşündükten sonra, inancıyla paralel olarak yüreğinde bir genişlik keşfedip sesini Allah’a iletebilmek, dar alanda tarif edilmez bir güce kavuşmak demektir. Enkaz altından yaralı olarak kurtarılan, saatlerini bir enkaz yığını haline gelmiş evlerinin yerleri karışmış odalarından birinde geçirdikten sonra, kim bilir belki de kendisine hiç ulaşılamayacağını sanarak ciddi bir ümitsizliğe kapıldığı bir sırada kulağına çalınan ‘kimse var mı?’ sorusuna o zamana kadar ‘var olmasını’ bu kadar gönülden ve içten hatta tüm iliklerinde hissederek söylememiş insanlar çıktığında onların gözlerine yansıyan karmaşık duyguları doğru okumak lazım. Kurtaranlar için bir insanı kurtarmak, bütün alemi kurtarmak gibi bir şey. Kurtarılan için de öyle. Kendisinin kurtarılması, aleme uzatılmış bir el’den başka bir şey değildir. Yaşamak, belki de hiç o kadar tatlı olmadı.