Hayır ya da şer kabul ettiklerimiz

Geçenlerde basına yansıyan iki haber dikkatimi çekti. İlkinde bir işe başladıklarının üçüncü günü, servis aracının kaza yapması sonucu hayatını kaybeden dört kadından bahsediliyordu. İkincisinde ise, üç gündür midesine tek lokma girmemiş, işini ve eşini kaybetmiş genç bir babanın başarısızlıkla sonuçlanan intihar girişiminden.

Yani birinde olumlu bir başlangıç olumsuzlukla, diğerinde olumsuz bir durum olumlu olarak neticeleniyordu. Her iki haber de günlük hayatta rastlanılabilecek türden. Konuyu önemli kılan da burası aslında.

Birinci olayda, üç gün önce bir işe giren dört kadından bahsediliyor. İşe girmeden kim bilir ne çaba harcamışlardı. İş başvurusu sırasında ne heyecanla çarpmıştı yürekleri. İşe kabul edildiklerini duydukları an, tarif edemedikleri bir mutluluk yaşamışlardı belki. İşe başlamalarının kendileri ve aileleri için hayırlı olacağını düşünmüşlerdi. Muhtemelen kendilerini artık daha önemli, daha değerli görmüş ve kendilerine olan güvenleri daha da artmıştı. Bu sayede hep tüketen biri olmaktan çıkacak, aile bütçesine katkı sağlayan, üreten ve para kazanabilen biri olacaklardı. Kendi hayatları kadar ailelerinin hayatları da değişecekti. Daha rahat yaşayacak, yaşam standartları biraz daha yükselecekti. Bu yüzden, işe her gidiş ve gelişte, her servis bekleyişte bu değişimin hayalini kuruyor ve yorgunluklarını unutuyorlardı. Bir akşam yine iş çıkışı eve gitmek üzere işyeri servisine binmişler. Ama bu kez evlerine ulaşamamışlar. Kaza yapan servis araçlarında hayatlarını kaybetmişler.

İkinci olay daha ilginç. Olayın kahramanı işsiz ve genç bir baba. İşsiz olduğu için, eşi bırakıp baba ocağına sığınmış. Genç baba, iş aramaya koyulmuş ama bulamamış. Son üç gününü hiçbir şey yemeden geçirmiş. Bir yandan işsizlik, bir yandan eşinin terk etmesi bir yandan da üç gün boyunca maruz kaldığı açlık onu canına kasdetme noktasına getirmiş. Karar vermiş bir binanın üstüne çıkıp intihar etmeye. Halsiz ve çaresiz bedenini yüksek bir binanın tepesine zor taşımış. Binanın köşesindeki korkuluklara doğru yaklaşmış, onları aşıp kendini boşluğa bırakacakmış. Ama olmamış. Korkulukların ötesine geçememiş. Açlıktan bayılıp öylece kalakalmış.

Birinde, dört kadının mutlulukla karşıladığı bir durum, üç gün sonra onları ölüme taşıyor. Diğerinde ise kimsenin mutlulukla karşılamayacağı bir hâl, genç bir baba için hayırlı oluyor ve onun intihar edip hayatına son vermesini engelliyor.

Tıpkı bu olaylarda olduğu gibi bazan bir şey bizim için hayırlı iken, biz onu hoş görmeyebiliyor ya da bir şey bizim için kötü iken, biz onu sevebiliyoruz. Hayır zannettiğimiz, şer; şer zannettiğimiz, hayır çıkabiliyor. Çünkü, bilmiyoruz. Çok şey var bilmediğimiz. Geleceğin neler getireceğini bilmiyoruz. İnsanların kalplerinde olanı bilmiyoruz. Niyetlerini bilmiyoruz. Kaderin nasıl tecelli edeceğini bilmiyoruz. Elbette gelecekte olup biteni bilebilmek gibi bir yeteneğimiz yok. Üstelik tabiatımızda da bir acelecilik var. Bu yüzden, karşılaştığımız herhangi bir durumla ilgili hükmü hemen vermeyi tercih edebiliyoruz. Olayların bir bölümünü gördüğümüz halde sadece gördüğümüz kadarını değerlendirmiyor, bunun yerine hiç sorgulamadan bütünü hakkında bir hüküm beyan edebiliyor, çoğu zaman da yanılıyoruz. İyi dediğimiz kötü; kötü dediğimiz iyi çıkıyor. Çünkü gözümüz yanıltıyor bizi. Gördüklerimizle ilgili ilk kanaatlerimiz de yanlış çıkabiliyor. Bazan bir şeyi görmek istediğimiz gibi ya da nasıl şartlanmışsak öyle görebiliyoruz. Baktığımız şeyin ancak ve sadece gördüğümüz şey olması noktasında ısrarcı da olabiliyoruz.

Olayları doğru okuyabilmek için, onları sebep ve sonuçları ile birlikte değerlendirmek gerekir. Bu ise o kadar da kolay değildir. Zira olayların sebep ve sonuçlarına bir bütün olarak hakim olabilmek güçtür. Tüm teferruat bir kenarda tutulsa bile, olayların sebep ve sonuçlarının dikkate alınarak değerlendirilebilmesi için üzerinden belirli bir zamanın geçmesi lazım. Bu durum bile olaylarla ilgili hüküm vermede acele etmenin yanlış olduğunu ve verilen hükmün eksik kalabileceği gerçeğini ortaya koymaya yeter.

Bir şeyin nasıl göründüğü, ona nereden ve nasıl bakıldığı ile de ilgilidir. Herkes baktığı yerden değerlendirme yapar. Nasreddin Hoca’nın eşeğine ters bindiğini söyler birileri. Birileri de eşeğin hocanın altında ters durduğunu. Bir kazadan dolayı oluşan trafik yoğunluğuna takılmış bir sürücü ile aynı saatlerde aynı güzergâhta seyreden ama kazaya takılmayan bir sürücünün o güzergâhtaki trafik yoğunluğu ile ilgili hükmü aynı olmaz. Biri trafiğin oldukça yoğun olduğunu ve araçların dur-kalk ilerlediğini söylerken, diğeri hiç trafiğin olmadığını ve yolun gayet açık olduğunu söyleyecektir. Yol, güzergâh ve saat aynı olmasına rağmen, değerlendirmeler birbirini yanlışlayacak kadar farklı. İkisi de doğru aslında. Birinin doğru olması, diğerinin yanlış olması anlamına gelmiyor, çünkü ikisi de sadece gördükleri kısmı değerlendiriyorlar.

Bu bakımdan, olayların nihai değerlendirmesini yapmakta acele etmemek gerek. Çünkü ne sebeplerin, ne şartların, ne sonuçların, ne kaderin ve ne de yüreklerde saklı olanın bilgisine tam anlamıyla sahibiz. Gözümüz ise yanıltıyor bizi ve gördüğümüzü gerçek sanıyoruz. Oysa değerlendirme yapacaksak, sadece bildiğimiz ve gördüğümüz kadarıyla ilgili bir değerlendirmeyi tercih edebiliriz. Bu bizim kocaman hatalar yapmamızı engeller. Bilmediğimiz bir şeye, ‘bilmiyorum’ deme olgunluğuna eriştirir bizi ve bize olaylar karşısında kâmil bir duruş sergileme imkânı sunar.

Peki ama genç babanın açlıktan intihar edememesi onun için hayırlı mı oldu?