Korkunun Kaynağı: Ya Bizim Yaptığımızı Yaparlarsa

092

 

Türkiye’de laikliği din düşmanlığı olarak algılayan birileri, hakları ellerinden alınmışların, haklarını elde etme çabalarını, kendi haklarının elden çıkabilme olasılığı olarak görmeye ve göstermeye çalışıyor.

Özellikle de şunun altını çiziyorlar: Herkes sahip olması gereken temel hak ve özgürlüklerini kullanırsa, bu hem toplumsal bir huzursuzluğun ortaya çıkması hem de rejimin sıkıntı yaşaması tehlikesini doğurur. Onlara göre bu olası tehlikelerle karşılaşmamak için kendileri dışındakilerin temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmesi gerekiyor. Yani herkese hakkını vererek toplumsal bir mutabakat sağlamak onlar için mümkün değil.

İlginç bir psikoloji.

Ancak bu psikolojiye kaynaklık eden gerekçe daha da ilginç: ‘Bizim haklarını kısıtladıklarımız ya da hakları kısıtlandığı halde buna sessiz kalarak destek verdiğimiz kimseler, kısıtlanmış haklarını elde ederlerse, muhtemeldir ki, bizim yaptığımızı yapar, haklarımızı kısıtlama yoluna gidebilirler. Bizim haklarımız kısıtlanmasın diye onların haklarının kısıtlı olması gerekiyor.’

Yani kendisine yapılmasını istemedikleri davranışı başkasına yapıyor ve böylelikle kendilerinin de aynı uygulamaya tabi tutulabilecekleri vehminden hareketle ciddi bir psikolojik rahatsızlık içerisine sürüklüyorlar kendilerini.

Bunun arkasında yatan çok sebep vardır kuşkusuz.

Bunlardan ilki, toplumu kendi talep ve ihsanları doğrultusunda dönüştürme adına sahip oldukları iktidarlarının ortadan kalkmasının vermiş olduğu rahatsızlık.

İkincisi, haklarını talep noktasında önemli bir aşama kaydetmiş olan hak mağdurlarının aynı zamanda Türkiye’de ev sahipliği iddialarını daha yüksek sesle ifade ediyor olmaları. Buradaki sıkıntı, haklarını elde etme çabası içerisinde olan geniş toplumsal güruhun hem kendilerinin ev sahibi olduklarını söylemeleri hem de şimdiye kadar ev sahipliği söylemlerini dile getirmiş olan azınlık bürokrasisinin ev sahibi olmadığı gerçeğini tebarüz ettirmelerinden kaynaklanmaktadır.

Üçüncü ve daha çok üzerinde durulan husus ise, elit azınlığın haklarını talep etme çabası içerisinde bulunan dindar ve muhafazakar kesimin, haklarına kavuşması durumunda kendilerinin haklarını kısıtlamayacaklarına dair bir güvencenin olmadığı noktasında sabit bir inanca sahip olmasıdır.

Sebepleri çoğaltmak mümkün. Ancak gerçek şu ki: İnancını yaşama istekleri kısıtlanan dindar kesim, kısıtlanan haklarını almakla, aynı zamanda başkalarının haklarını da kısıtlama hakkını ellerine almış olmuyorlar. Bunun en temel güvencesi, dindar kesimin yaşama şeklini ortaya koyan İslam inancının tesis ettiği ilkelerdir. Çünkü, İslam inancı, başkalarını kendi inançlarını yaşama noktasında serbest bırakan keskin bir öğretiye sahiptir. İslam’ın varoluş anlayışı, dinde zorlamayı kabul etmemektedir. İslam’ın bu öğretileri, başkaca dünya görüşlerine mensup insanlar için bir güvenlik alanı oluşturur. Ancak burada önemli bir hususun da altını çizmek gerekir: Toplumsal yapı içerisinde seviyeli birlikteliklerin olabilmesi için, insanların arzu ve istekleri doğrultusunda değil de, ilkeli, prensipli ve başkalarının değer yargılarına sahip değerler silsilesi doğrultusunda bir yaşam tarzı oluşturmalıdırlar. Başkalarının değer yargılarına saygısızlık hakkını, ‘ben böyle istiyorum’ düşüncesiyle kendisinde bulduklarını farzeden insanlar, elbette seviyeli ve ilkeli bir toplumsal birlikteliğin önüne geçmiş olurlar. Ülkemizdeki asıl sıkıntı biraz da buradan kaynaklanıyor gibi.