Dinin sahibi gibiyiz!

İnsanları, inananlar ve inanmayanlar; inananları da, inandığı gibi yaşamaya çalışan ve böyle bir çaba içerisinde olmayanlar şeklinde ikiye ayırmak mümkün. Böyle bir ayırıma gitmek, insanlarla olan ilişkilerimizin biçimini belirlemek açısından önemli. Hukuksal, sosyal ve bireysel yönü olan konuyu, bu yazıda sadece yakın çevremizde bulunan kişilere yönelik bireysel yaklaşımlarımızı ilgilendiren kısmıyla tartışacağız.

Yakın çevremizde ve belki akrabalarımız arasında inanan ve inanmayanlar, inandığı halde inancının gereğini yerine getirenler ve bu konuda ihmalkâr davranıp gerekli hassasiyeti göstermeyenler olabilir. Burada temel sorun, onlarla nasıl bir iletişimin kurulacağı sorunudur. Bu yönüyle ideal davranış biçimlerini ortaya çıkarabilmek için Allah’ın ve peygamberlerinin yaklaşım tarzlarını tetkik edelim.

Meseleye temelden bakmaya çalışalım: Allah, var olan her şeyi yarattı. Bütün mevcudatın mutlak sahibi O’dur. İnsanlar, cinler, melekler, şeytan, cennet ve cehennem. Dünyayı O yarattı, mükemmel bir imtihan yeri olarak dizayn etti ve imtihan etmek üzere insanı dünyaya gönderdi. İmtihanın parçalarından olmak üzere, insanda nefsi yarattı ve ona daima kötülüğü telkin etme özelliği verdi. Şeytanı yarattı ve onu kıyamete kadar, insanları Hak yoldan saptırma konusunda mühlet sahibi kıldı. İnsanları sınırsız bir şekilde iyiliğe ve kötülüğe meyletme özelliğine sahip bir tabiatta yarattı. Hakkı ve Bâtılı, iyiliği ve kötülüğü yaratan da O’dur. O, hayrın ve şerrin mucididir.

Dünya hayatında insanları Hakkı ve Bâtılı tercih ve bu tercihin gereğini yapıp yapmamaları durumu ile karşı karşıya bıraktı. Bu anlamda iman ve inkâr duygusunu yarattı ve bu temel duyguları hiçbir zorlama olmaksızın şekillenebilecek bir özelliğe büründürdü.

Bu imtihan ortamının en belirgin yanlarından biri, insanların, tercihlerinde tamamen özgür olmaları, hiçbir şekilde inanmaya ya da inkar etmeye zorlanmamalarıdır. Çünkü insanı imtihan etmeyi murad eden Allah’tır. İnsanları inanmaya ya da inkar etmeye zorlaması, imtihan etmenin sırrına aykırıdır.

Allah, Hak ve bâtıl ile karşı karşıya kalan ve bu anlamda aklı karışan, zihni bulanıklaşan insanları başıboş bırakmadı, onlara merhametinden ve şefkatinden uyarıcılar, yol göstericiler, peygamberler gönderdi. Ve bu peygamberlerle birlikte kitaplar indirdi. Gönderdiği peygamberleri imtihanı ve imtihanının sırlarını en güzel ve en etkili şekilde insanlara bildirmesi, onları uyarması ve onlara yol göstermesi noktasında müjdeleyici ve aksi durumda karşılaşabilecekleri azapla korkutucu olarak görevlendirdi. Bunun dışında, insanların inanmaları ya da inkâr etmeleri noktasında herhangi bir yaptırımda bulunmadı. Peygamberlerin tebliğini kabul etmeyenlerin ne rızıklarını kesti, ne havalarını kıstı ne de sularını azalttı. Bilâkis tebliğlerinin karşılığını göremeyince üzülen peygamberlere, siz sadece uyarıcı ve hatırlatıcısınız, ‘onlar size inanmıyorlar diye kendinizi helâk mı edeceksiniz’, tebliğ edin, inanmıyorlarsa, ‘sizin dininiz size, benim dinim bana’ deyin şeklinde uyarılarda bulundu.

Bununla birlikte insanın özgür iradesini kullanarak yaptığı tercihi bir defaya mahsus kılmadı. İnsanlara tercihlerini değiştirebilme imkânı sundu ve ölünceye kadar, kendisine düşman olanlar dışında hiç kimse için Hakkı tercih etme imkânını ellerinden almadı.

Açıkça görüldüğü gibi, Allah insanları doğrudan muhatap alıyor.

Hak ve Bâtıl konusunda, gönderdiği peygamberler ile bilgilendiriyor.

Onları tercihlerinde serbest bırakıyor. İnanmaya ya da inkâr etmeye zorlamıyor. Ancak kendisine düşman olanları ayrı tutuyor.

Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdiği peygamberlerin tebliğlerini en etkili ve en güzel şekilde yapmalarını istiyor.

Ve insanlara ölünceye kadar, tercihlerini değiştirebilme imkânı sunuyor.

Öte yandan Allah, iman edenleri ise itaat ile yükümlü kıldı. Çünkü iman, ibadeti istilzam eder. İtaatte eksikliği olanlar için hem tövbe kapısını açık bıraktı hem de ibadetlerini aksatmamaları noktasında sürekli bir hatırlatma sistemi ikâme etti.

Örneğin Allah’a iman edenler, aynı zamanda O’na ibadet etmeyi, her gün, beş vakit namaz kılmayı da kabul ediyorlar demektir. Buna rağmen, Allah her gün, günde beş kez, vakit başlarında onlara namaz kılmaları gerektiğini hatırlatıyor ve onları felâha davet ediyor. Üstelik bunu en güzel bir hatırlatmayla yani ezanla yapıyor. İnsanlara ibadetlerini bireysel anlamda aksattıkları için bu dünyada herhangi bir müeyyide uygulamıyor. Allah, dinin sahibi olarak, bireysel anlamda ibadetlerini aksatanlara böyle yaklaşıyor.

Biz dinin sahibi değiliz. O halde, yakın çevremizde ya da ailemiz içinde bulunan ancak bizimle aynı inancı paylaşmayanlara karşı tavrımız nasıl olmalı?  Aynı şekilde yakın çevremizde olup bizimle aynı inancı paylaşan ancak ubudiyette lâkayd olanlara karşı nasıl bir tavır içerisinde olmalıyız?

Elbette inanç noktasında bir zorlama, dinin ruhuna da aykırıdır. Herkes ailesinden ve râiyetinden mes’uldür. Ancak bunun onları inanmaya zorlamak şeklinde olamayacağı da âşikârdır. Ebeveynler, çocuklarını zorla mü’min yapamazlar. Ancak onları küçük yaştan itibaren, mü’min olacak şekilde yetiştirebilir ve Allah’ın yardımı ve hidayetiyle onların inananlardan olmasına vesile olabilirler. İman etmeyen, mü’min olmayan akrabalar, ibadet yapma konusunda zorlanabilir mi? Tabii ki ibadet etme konusunda zorlanamazlar. Çünkü iman, zorlama kabul etmez bir özelliğe sahiptir. Zorla mü’min olunmaz. Zorlamak, münafıklığı doğurur. Yakın çevremizdekiler aslında inanmadıkları, iman etmedikleri halde, bizim öfkemizden çekindikleri ya da onlara bu yüzden zulmedeceğimizi düşündükleri yahut bizi üzmek istemedikleri için inanıyor hatta ibadet ediyor görünebilirler. Böyle bir duruma neden olmak doğru değildir.

Kuşkusuz öncelikle yakın çevremizde olanların inanmaları için gayret sarfedeceğiz. Onlar için dua edecek ve onların kalplerinde oluşan şüpheleri izale etmek için onlarla iletişimimizi daha etkili hale getirmeye çalışacağız. Onların kalbini yumuşatmak için her müsbet yolu deneyecek, hakikati görmeleri noktasında elimizden gelen her şeyi yapacağız. Onların ebedî hayatlarını kurtarmak için çalışacak belki onlara yalvarmak durumunda kalacağız. Çünkü normalde her aile ferdi, birlikteliklerinin ebediyen sürmesini, kısacık dünya hayatıyla sınırlı kalmamasını arzu eder. Burada bir arada oldukları gibi ahirette de bir arada olmayı ister. Bu yüzden orada da birlikte olabilmenin şartlarını hep birlikte gerçekleştirmek gerektiğini düşünür. Ancak bütün bunlara rağmen, onlar yine de inanmıyorlarsa, bu durumu yani henüz tercihlerini Hakk’tan yana kullanmadıklarını kabullenmek gerekir. Bu gerçeği görmek istememek, yakınlarımızda iki yüzlülüğün derinleşmesine ve daha faydalı olunabilecek pek çok zeminin kaçırılmasına neden olur.

Peygamberlerin bazılarının eşleri ve çocukları onlara inananlar arasında değildi. Ancak peygamberler, onlarla hayatlarını sürdürmeye devam ettiler. Onları bu anlamda iki yüzlü davranmak durumunda bırakmadılar. Akrabalığı ve inanıp inanmamayı ayrı değerlendirdiler. Dinlerine hakaret etmedikten sonra onlarla hukuklarını korudular. Bu ayrımı yapabilmek önemli. Burada atlanmaması gereken husus, bu kabulün bizi hiçbir şey yapmamak yerine, sistemli ve daha samimi bir tebliğ göreviyle karşı karşıya bıraktığı hususudur. Bu ise, oldukça önemlidir.  

Bizler maalesef, Allah’tan, Allah’ın hukukundan daha ileri giderek, inanmayan yakınlarımıza öfke ve nefret ile yaklaşmayı, mü’min olmanın bir gereği olarak görebiliyoruz. Öyle ki, yakınlarımızın münafık olması, inanıyor ve ibadet ediyor görünmesi bile bizi daha fazla memnun edebiliyor.

Oysa inanıp inanmamak, kim olursa olsun, kişi ile Allah arasındaki bir meseledir. Akrabalık ise, kişiler mabeynindedir. Biz, insanların Allah ile olan kulluk ilişkilerine hangi kimliğimizle müdahale edebilir; bu ilişkiyi doğru kuramamış olanları, hatırlatmak ve uyarmaktan başkaca, nasıl ve ne hakla etkilemeye çalışabiliriz ki?

Onları yok sayamayacağımıza göre, onlarla olan iletişimimizi düzenleyebilir, bunu karşılıklı saygı, dürüstlük, iyilik, hukuk, güven ve sadakat üzerine bina ederek geliştirebiliriz.

Yakın çevremizden ve akrabalarımızdan inanan ancak inandığı gibi yaşamak noktasında gerekli hassasiyeti göstermeyenlere gelince;

Nasıl her namaz vaktinde, Allah, mü’minlere namaz kılmalarını hatırlatıyorsa, bizler de ubudiyette lâkayd olan yakınlarımıza Allah’ın bu sünneti doğrultusunda davranışlar geliştirebiliriz. Onları bilgilendirebilir, onlara her konuda iyi örnek olmaya çalışabiliriz.

Peygamberimizin ‘Yedi yaşına geldiğinde çocuklarınıza namazı emredin. 10 yaşına geldiklerinde hâlâ namaz kılmıyorlarsa onlara hafifçe vurun’ hadisini bu anlamda nasıl değerlendirmek gerekir? Bu bir zorlama mıdır? Yoksa, gaflet ve tembellik içerisinde olan yakınlarımızın ebedi hayatları noktasında duyulan kaygıdan kaynaklı bir şefkât midir? Bir tokatın acısından kaçıp ebedi hayatın azabına uğramasını normal kabul etmek doğru olur mu? Şefkâte sığar mı?

Ne dersiniz?