Ey Allah’ım sıkıntılarımı küçült!

Hepimiz günlük yaşantımızda pek çok sıkıntıyla karşılaşıyoruz. Hayatımız neredeyse karşımıza çıkan bu sıkıntılarla mücadele etmekle geçiyor. Bazen sıkıntılara karşı verdiğimiz mücadelede yetersiz kalıyor ve bir çökkünlük yaşıyoruz. Bazen de onları tepeleyip hayatımıza devam ediyoruz. Sıkıntıyla mücadele, somut bir mücadele değil elbette. Daha çok kendimize karşı verdiğimiz bir savaşım. Çoğu zaman varsayımlarımız ve ön kabullerimiz bir sorun olarak önümüze çıkıyor. Zihin haritamızda bu özelliklerde problemli ve hastalıklı alanlar oluşturabiliyoruz. Sağlık durumumuzun, iş hayatımızın, sosyal yaşantımızın ya da aylık gelirimizin karşımıza bir sıkıntı olarak çıkması tamamen bize bağlı. Sözgelimi biz eğer aylık gelirimizin önüne aşılamayacağını düşündüğümüz duvarlar örer ve mevcut halimizi gerçekçi olmayan başka gerekçelerle destekleme yoluna gidersek, kendimizi bir sorunun içerisinde bulabiliriz. Üstelik bununla da kalmaz, sözde sorunu derinleştirmeye yarayabilecek bir yığın gerekçe bulmakta da zorlanmayız: Az maaş alıyorum, evimin zaruri ihtiyaçlarını karşılayamıyorum, başkaları gül gibi yaşarken ben sıkıntı içerisinde güç bela geçinmeye çalışıyorum. Çocuklarıma herkes gibi güzel elbiseler alıp onları sevindiremiyorum, onlara lezzetli meyveler alamıyor, özel günlerde onları yemeye götüremiyorum. Bu maaşla onlara güzel bir gelecek hazırlamam imkansız. Üstelik maaşımda çok büyük bir artışın olması da mümkün görünmüyor.

Bu tarz bir yaklaşım, mevcut yapıyı içinden çıkılmaz bir sorun (!) haline getirir. Aslında ortada bir sorun yoktur. Karşı karşıya olunan bir gerçeklik vardır. Ancak zihin yapımız hastalıklı bölgelerinden beslenerek gerçek bir durumu büyük ve sanal bir yapıya dönüştürmek suretiyle yeni bir sorun ihdas eder.

Farklı bir yaklaşım tarzı sergilenerek şöyle de düşünülebilir: Doğru, şu an maaşım birçok kişinin aldığı maaştan daha az. Ancak benden daha az maaş alanlar, hatta hiç maaş alamayanlar bile var. Ama benim bir işim var ve maaşımı düzenli alabiliyorum. Bunun apayrı bir bereketi de oluyor. Ailemin geçimini belki çok üst düzeyde sağlayamıyorum ancak başkalarına muhtaç olmadan geçinebiliyorum. Üstelik gücüm, kuvvetim yerinde. Yeni işler yapabilme imkanım olabilir. Para biriktiremiyor olabilirim ama ailemle sahip olduğum huzuru hiçbir şeye değişmem. İmkanlarımı iktisatlı kullanarak, asıl zenginliği de elde edebilir ve çocuklarıma da bunu öğretebilirim.

İşte bir duruma iki farklı bakış. Eşyanın hakikatini değiştiren iki ayrı algı. Bunları irdelediğimizde karşımıza önemli iki husus çıkıyor: Eşyayı algılama durumumuz tamamen bizim yaklaşım şeklimizle bağlantılı. Bu bir. İkincisi, ilk ve olumsuz şekillendirmeyi yapabilmek için ikincisinden daha fazla enerji harcamak ve daha büyük bir çaba içerisinde olmak gerekir. Yani hayatımızı sıkıntılı bir şekilde geçirebilmemiz ancak bizim özel çaba harcamamızla mümkün.

Sıkıntılar, zihnimizde oluşturduğumuz resimlerden, işitmeyi düşündüğümüz seslerden ve bunlar dolayısıyla hissettiklerimizden ibarettir. Zihnimizde şekillendirdiğimiz kareler tamamen bizim eserimiz. Orada hakim olan renkler, renklere ait tonlar, görüntülerdeki parlaklık ve matlık, seslerdeki hüzün ya da mutluluk, tiz ya da burukluk, hislerdeki dirilik ya da çökkünlük tamamen biz kaynaklıdır. Bizim eğilimlerimiz şekillendiriyor onları. Oradaki renklerle, tonlarla, ses ve hislerle oynayabilme şansımız var. İstersek mat renkler yerine parlak renkleri hakim kılabilir, olumsuz bütün sesleri kısabilir, olumlu bütün sesleri açabilir ve diri, mutlu bir tablo oluşturabiliriz. Ya da tersini yapar, kendimiz için mücadele edecek sanal sorunlar oluştururuz. Ve vaktimizi onlarla mücadele etmekle geçiririz. Bunu yapabiliriz, çünkü bu bizim elimizde.

‘Bana eşyanın hakikatini göster’ diyor Peygamberimiz ve şöyle dua ediyor: ‘Ey küçükleri büyülten, büyükleri küçülten Allah’ım! Benim sıkıntılarımı da küçült.”

Demek ki sıkıntılar, bizim mevcut durumumuzdan referansla oluşturduğumuz sanal durumlardır. Eşya ve olayların hakikatini görebilmek, yani hayatta tesadüfün olmadığına ve her şeyin Allah tarafından an be an dizayn edildiğine inanarak karşılaştığımız her durumu olduğu gibi algılamak sıkıntıları bertaraf eder. Dolayısıyla yaşanan sıkıntıların küçültülmesi de, büyütülmesi de mümkündür. Bu, mevcut durumun iyileştirilmesi şeklinde olabileceği gibi, sanal olarak oluşturulmuş, sıkıntıyı oluşturan tablolardaki renk, ses ve duyguların değiştirilmesi şeklinde de olabilir. Tıpkı radyonun sesini bir butonla açıp kapattığımız ya da bilgisayarda bir görüntüyü büyültüp küçülttüğümüz gibi. Hayatta karşılaştığımız her durumun bir butonu, bir düğmesi vardır. Birileri büyültür, birileri küçültür. Biri yükseltir sesini, biri sesini kısar.

Ama sonuçta insan olarak hepimiz somut şeylerle olduğu kadar soyut şeylerle de imtihan ediliyoruz. Karşılaştığımız her yeni durumla ilgili olarak ilk anda takındığımız tavır, bizim hayat karşısındaki duruşumuzu ortaya koyar. Olayların hakikatini kavrayabilmek, olaylar karşısında dik durabilmek ve sabırlı olabilmek, Allah’ın kalbimize bir yumuşaklık ve sükunet hissi vermesiyle mümkündür.

Yıllar önce dayımdan, olayların hakikatini kavrayabilmenin sıkıntıları küçülttüğü ile ilgili şöyle bir öykü dinlemiştim:

Uzun zaman önce Bingöl’ün köylerinden birinde Hacı Mahmut adında biri yaşarmış. Hacı Mahmut, evlenme çağına gelen oğlunu çalışıp para biriktirmesi için İstanbul’a göndermiş. Gitmiş delikanlı. Ama ilk defa ayrılıyormuş toprağından. Şehir hayatının keşmekeşliğine ilk defa tanıklık ediyormuş. Bir inşaat şirketinde iş bulup başlamış çalışmaya. Fakat ağır gelmiş yeni tanıştığı şehir hayatı. Kaldıramamış. Dönmüş memleketine. Dönmüş ama, bu tecrübe iç dünyasında büyük tahribatlar oluşturmuş. İnsanlarla irtibatını kesmiş, kendi dünyasına çekilmiş. Kimseyle konuşmaz olmuş. Yüzünden okunuyormuş içindeki sıkıntı ve keşmekeşlik. Her halinden, büyük bir yük altında ezildiği hissediliyormuş. Gitmedik yer, çalmadık kapı, danışmadık büyük bırakmamışlar. Bir fayda görmemişler.

Oğlunun yarası, baba için de bir dert olmuş. Bir kış günü, bir de ben hayattan anladığımı anlatayım demiş Hacı Mahmut. Tutmuş oğlunun kolundan güç bela çıkarmış bir dağın tepesine.

– ‘Bak oğlum’ demiş. ‘Şöyle bir bak etrafına.’ Ovanın bembeyaz karlarla örtülü yüzeyini göstererek;

– ‘Sen ve ben ne kadarlık bir yer işgal ediyoruz burada? diye sormuş.

Şaşırmış delikanlı. Biraz da soğuğun etkisiyle kekeleyerek:

– ‘Bir metre!’ demiş.

Hacı Mahmut,

– ‘Öyleyse sana yarım metre düşüyor, bana yarım metre. Ama sen, nedense şu yağan kar kadar dertli görüyorsun kendini.’

Delikanlı gözlerinin içine bakarken Hacı Mahmut omzundan tutup şefkatle kolunun altına çekmiş ve yürek ısıtan bir ses tonuyla:

– ‘Neden oğlum? demiş. ‘Neden kendi kendini gerçek olmayan bir yükün altına sokuyorsun? Şu gördüklerinin hepsi dert olsa, senin payına ancak yarım metre düşer.’

Bu sözler, zihnindeki duvarları yıkmış delikanlının. Hak vermiş babasına. Dünyanın yükünü sırtlamaktan kurtulmuş. Hafiflemiş ve rahatlamış.

İnsan, kendisine yüklenileni taşıyabilir. Çünkü Allah kullarına zulmetmez.  Ama kendisinin kendisine yüklediğini taşımakta zorlanır.