Nasıl yaşıyorsak öyle inanıyor olmayabiliriz, ama…

İnsanların bir şeyi sistemli ve düzenli olarak yapabilmelerini sağlayan şey nedir? Sözgelemi alışkanlık, yani bir şeyi yapıyor olagelmek, bunu anlatmaya yetecek genişlikte bir kavram mıdır? Alışkanlık, bir onaylanmış davranış biçimi midir? Her alışkanlığımız, bizim sonuna kadar arkasında duracağımız, savunacağımız ve başkalarına anlatacağımız özellikte midir?

Alışkanlıklarımız değiştirilebilir ya da vazgeçilebilir mi? Bir davranışı değiştirdiğimizde kaybedeceğimiz bir şey olacak mı? Değiştirilebilir ya da vazgeçilebilir olabilecek bir davranış ne kadar sahiplenilebilir? Bir davranışı sahiplenmek için onu onaylamak yeterli midir? Onayladığımız her davranış, bizim düzenli olarak yaptığımız davranışlar mıdır?

Alışkanlık olarak yaptığımız davranışlar ile bizim aramızda nasıl bir bağ var? Bu bağ, içinde yaşadığımız çevrenin değer aktarımından başka bir şey midir? Bizi onu sürdürmek mecburiyetinde bırakan şey, o alışkanlığı edindiğimiz çevredeki insanların söyleyecekleri midir? Yani bir mahalle baskısı endişesi mi? Çevremizi değiştirip o baskıyı üzerinden kaldırdığımızda o düzenli alışkanlıklarımız devam edecek mi?

Görülüyor ki, insan davranışını şekillendiren farklı unsurlar var. İnsan ya kendi arzu ettiği gibi, ya toplumun dayattığı ya da inandığı şekilde davranır.

İnsanın kendi arzusu doğrultusunda ortaya koyduğu davranışlar ile arasındaki bağ, sadece kendisidir. İstek ve arzularıdır.

Toplumun istediği gibi davranışlar sergilediğinde, davranışlar ile arasındaki bağ, yine kendisidir ancak toplum ile ilgili zayıf bir bağ da mevcuttur.

İnancından dolayı davranışlarını biçimlendiren kişinin davranışlarıyla arasındaki bağ ise iki taraflıdır. İnanan olarak kendisi ve kendisinin inandığı ile arasındaki tek taraflı kabul anlaşmasıdır. Ve burada kendisine iman edilen belirleyicidir.  İnsan, kendisine inandığı makam tarafından bildirilen davranışları, onun bildirdiği şekilde yapmayı kabul etmiştir. Davranışlar bu kabulden çıkan biçimlerdir. Bunların esnekliği yine aynı kendisine inanılan otoritenin bildirdiği miktarda olur.

Bugün kendilerine sorulduğunda inandıklarını söyleyen insanların önemli bir kısmının, popüler kültür lehine inançlarının kendilerini yükümlü kıldığı gibi yaşamadıklarını, bir öz-biçim çelişkisi içerisinde olduklarını söylemek mümkün. Örneğin, daha konforlu bir hayat sürdürebilmek için bankalardan faizli krediler alınabiliyor, ibadetlerde ‘görünmek’ ağır basıyor, başörtüsü takan hanımlar, tesettüre riayet etmiyor, bireysel terbiye, pratiklerden zihne ve zihinden hayale ulaştırılamıyor, yalan söylemek, sakınmak yönüyle domuz ürünlerinden daha ziyade önemsenmiyor, modern hayatın sunumları, nimet olarak değil ama nikmet olarak sorgulanmıyor, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yaşanıyor.

Ama insanlar, inandıklarını söylüyorlar.

Sözleri ayrı, yaşam biçimleri başka bir hayat tasavvuruna ait. Ve hiçbir travmaya sebebiyet vermeden bu çelişkili hayat sürgit devam ediyor.

İnsanların içinde yaşadıkları aileden, yakın çevreden ve ait oldukları toplumsal yapıdan küçük yaşta edindikleri bir kültür var. Bu daha çok görerek ve telkinle alınmış bir kültür. Her yıl Ramazan ve Kurban Bayramları, Kandil geceleri, Ramazan ayı, Aşure günü, Cuma günleri vesilesiyle neredeyse sosyal bütün kurumlarla bir atmosfer oluşturulur. Ailede anne baba namaz kılar, çocuklar bir yaşa kadar bunu görürler, bir yaştan sonra yavaş yavaş telkinler başlar. Kız çocuklarına ayrıca örtünmeleri telkin edilir. Çevredeki çoğu çocuk da aynı duruma maruz kaldığı için, etkilenme çok daha güçlü olur.

Sonuçta ibadetler, aile ve toplum içerisinde alışkanlık ve uyumluluk seviyesinde icra edilmeye devam edilir. Bazen aksatılır, bazen da kendince küçük değişikliklere uğratılarak uygulanır. Yani biçimsel bir tekrar mütemadiyen sürer.

Çoğu kez, bir mü’min olarak, dini kabul bağlamında iradî bir başlangıç sorgulanmaz. Çünkü küçük yaşlarda ‘Ne zamandan beri müslümansın?’ sorusuna, ‘Kâlû Belâdan beri müslümanım’ cevabı verildiği için ayrıca bir iman etme durumundan bahsetmeye gerek görülmez. Şeklen bir müslümanın yaptığı davranış biçimleri de zaten yerine getiriliyordur.

Oysa iman, iradî bir kabul ile başlar. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek akıl olgunluğuna ulaşan her kişi kendisiyle ve hayatıyla ilgili bir tercih yapmakla karşı karşıyadır:

Ya bir tercih yapması gerektiğinin farkında olmayacak şimdiye kadar olduğu gibi, adetler ve kültürün şekillendirdiği tarzda hayatını devam ettirecek. Adet olduğu veçhile namazlarını kılacak, Cuma namazına, Bayram namazına gidecek, başını örtecek, faize şapka çıkartacak. Kendisine ait olmayan bir hayatı yaşayacak.

Ya da Hak ile Bâtıl arasında bir tercihte bulunarak hayatında bir irade ortaya koyacak ve bir başlangıç oluşturacak. Allah’ı ve dinini kabul ettiğini söyleyecek ve diğer seçeneği reddedecek. Mü’min olmuş biri olarak bunun gereğini belleyecek ve icra edecek.

Bir konuda irade ortaya koymakla, irade ortaya koymadan bir şeyi yapmak arasında temel farklılıklar var. İrade ortaya koymak, bir karar vermektir. Bu kararı dil ile ikrar ve kalp ile tasdik etmektir. ‘Evet. Bu karar bana ait ve ben verdiğim bu karara uymak durumundayım’ demektir. Karar önemlidir. El, taşın altına konulmuştur. Ortaya konulan iradeyle, karşı karşıya kalınan yükümlülükler de kabul edilmektedir. Bulunduğu durumun yani mü’min olmanın vaz’ edilmiş prensiplere itaat etmenin dışında sorgulama, tağyir ve tebdil etmeye imkan tanımadığının bilinci içindedir.

Ancak irade ortaya koymadan yani sadece şeklen yapılan ritüeller, kişinin kendisi için kabul ettiği bir ödev anlamında bir yükümlülük olarak değil, bir âdet olarak, alışkanlık olarak icra edilir. İbadetlerin hiyerarşik yapısı tesis edilmediği, farz, vacip, sünnet birbirine karıştırıldığı için, zamanla, bu alışkanlıklar aklî bir takım düzenlemelerle değiştirilebilir. Şeklî değişiklikler yapılabilir. Böylelikle kişi, hem toplumun baskısını absorbe ederek zahiri kurtarır hem de bu yüzden sürekli yapması gerektiğini düşündüğü bir alışkanlığı gönül rahatlığıyla icra etmiş olur. Artık dini ritüellerin hem öz hem de şekil olarak ne vaz’ ettiğinin herhangi bir önemi kalmamıştır.

İnsan, iradi bir başlangıç yaptığında, bu onun bir mü’min olarak hiç yanlış yapmayacağı yani hiç günah işlemeyeceği anlamına gelmez. Bu, insan olmanın doğasına da aykırıdır. Çünkü mü’min olmak, sadece iradi bir başlangıçla tamamlanan bir durum değildir. Mü’min bu halini her an sürdürmekle yükümlüdür. Ve mü’min olduğu için insan olarak doğasında bulunan kuvvelerin ve hislerin mutlak surette meşru olana doğru yöneleceklerini varsaymak da doğru değildir. Çünkü insan nefsi, bir şeyi istediğinde, bunu helal haram ayırmaksızın ister. İnanç sonradan devreye girer ve talebi şekillendirir.

İnancı ikrar ve tasdik kişinin günah işlemeyeceği anlamına gelmez, ancak günahta ve hatada ısrarcı olmayacağı ve günahı bir davranış biçimi haline getirmeyeceği anlamı çıkarılabilir. Zira mü’min günah işleyebilir, sonra günahından dolayı tevbe eder.

Netice itibariyle, doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek akıl olgunluğuna ulaştığımız andan itibaren hayatımızı biçimlendirmemize imkan tanıyacak doğru bir tercih yapmak durumundayız. Bu tercih, hem varlığımızın hem hayatımızın öz biçim yönüyle tutarlı ve anlamlı olmasını sağlayacak bir başlangıç olacaktır. Akil sahibi insanların herhangi bir tercihte bulunmaması, yakın görünseler bile aslında doğru tercih yapanların safında olmadıkları anlamına gelebilir.