Yaşamak için mi kazanmalı; kazanmak için mi yaşamalı?

Gündelik hayatımızı idame ettirebilmek adına yaptığımız çalışmalar, hayatımızda öyle yer etmeye başlıyor ki, tüm duygularımızla bu çalışmalara odaklanıyor ve bunları hayatımızın merkezine oturtuveriyoruz. Aslında geçimimizi sağlamak için kazanmak istediğimiz para, nefsimiz, hırs, emel ve arzularımızın da etkisiyle hayatımızın merkezine oturuyor ve sanki hayatımızın yegane gayesi haline geliyor. Para kazanmak ve daha çok kazanmak için yaşayamaya başlıyoruz. Yaratılış gayemiz, amaçların çekici girdabında yok olup gidiyor. Tıpkı hayatımızın her an elimizden kaydığı gibi.

Bir zaman diliminde ve yeryüzünün bir parçası üzerinde dünyaya geliyoruz. Dünyaya gelmeden önce bir varlığımızın olduğunu ve dünyaya gelmenin bu varlığa bir vücut kazandırdığını çok sonraları idrak ediyoruz. Dünya hayatında bunu idrak edişimiz en az on yılı aşkın bir süre alıyor. Oysa dünyaya gelmeden önce, saf ve hakikati idrak edebilen, kulluğu tereddütsüz kabul etmeye ve yaratıcının sözlerine muhatap olmaya layık bir niteliğe sahibiz. Dünyaya bir vücut bularak geldiğimizde, her şeyin dünya şartları içerisinde kurgulanmış olduğunu görüyoruz.

Dünyaya gelişimiz ne zaman, ne mekan ve ne de birlikte yaşayacağımız çevreyi belirleme noktasında kendi elimizde. Anne ve babamızı tercih edemiyoruz. Dünyanın neresinde doğacağımızı belirleyemiyoruz. Çocukluğumuz böyle geçiyor ve her yönüyle olgunlaşmaya devam ediyoruz. Düşüp kalkıyor, yanlış yapıyor, hata ediyor, hatalarımızı düzeltiyor, olgunlaşmaya çalışıyoruz. Kendimizin ve yaşadığımız hayatın farkına varıyoruz. Varlığımızı sorguluyoruz. Dünya hayatını sorguluyor ve kendimizi ve hayatımızı anlamlandıracak bir arayış içerisine giriyoruz.

Bütün bunları yaparken, bir yandan dünya hayatını yaşamaya devam ediyoruz. Çocukluğumuzu yaşıyoruz. Mektebe gidiyoruz. Arkadaşlıklarımız, evlatlık ve kardeşlik durumumuz devam ediyor. Belki evleniyor ve çoluk çocuk sahibi oluyoruz. Bir işimiz, bir meşgalemiz oluyor. Sürekli bir şeyler kovalıyoruz. Bir kovalamaca içinde geçiyor hayatımız. Ancak bunların her birini hayatımızda yerli yerine oturtmak ve doğru bir şekilde konumlandırmak durumundayız. Tercih ettiklerimiz ve tercih edemediklerimizle durumumuzu iyi konumlandırmak ayrıca onların hayatımızdaki yerini doğru belirlememiz gerekiyor. Yani eğer varlığımızı ve dünyada bulunma gerekçemizi, ailemizle ya da işimizle karıştırıyor ya da işimizi varlığımız ve dünyada bulunma gerekçemizin yerine koyuyorsak, kendimizi yanlış şekilde konumlandırıyoruz demektir.

Kendimizi dünya hayatında konumlandırmayı, dünya hayatı öncesi varlığımızı ve dünya hayatı sonrası hayatımızı bir bütün olarak değerlendirerek yapabiliriz. Bu bakımdan bu konsepti bir bütün olarak değerlendirmemize imkan tanıyacak doğru bilgilerin arayışı içerisinde olmak durumundayız. Bunun için kaynaklarımızın dünya hayatını merkeze aldığımızda öncesi ve sonrasıyla ilgili değerlendirmeli olmalı. Dünya hayatı öncesi varlığımız ve dünya hayatı sonrası durumumuzla ilgili doğru bilgiler vermekten uzak her kaynak, dünya hayatımızın doğru dizaynıyla ilgili ilkeler ortaya koyabilme özelliğinden yoksun olacaktır.

Dolayısıyla dünyada varlığımızı anlamlandırırken, bunu dünyaya gönderildiğimiz zaman ve mekan diliminden bağımsız olarak ortaya koymak durumundayız. Değişen dünya şartlarını, dünyada bulunma amacımızla ilgili bir farklılık oluşturmaz. Ne yirmibirinci yüzyılın akıl almaz bir hızla gelişen teknolojisinin damgasını vurduğu modern dünyasında ne de insanların daha basit bir yaşam tarzı içerisinde bulunduğu önceki dönemlerde yaşıyor olmanın, dünyadaki varlığımızın anlamını değiştirebilecek bir yanı var. Modern zamanlarda yaşayan insanlarla, önceki dönemlerde yaşayan insanlar aynı gaye için dünyada varlar. Şartlar nasıl değişirse değişsin, insanın dünyadaki varlık sebebi değişmiyor.
Bazen insanlar, varlık alemindeki yolculuklarını sadece dünya hayatına hasredip ondan ibaretmiş gibi bir zanna kapılabiliyorlar. Dünya hayatını anlamlandırmaya çalışırken de, gündelik hayatlarında karşılarına çıkan enstrümanların çokluğu karşısında kendilerini varlıklarını dünya öncesi ve sonrasıyla bir bütün olarak ortaya koyabilme imkanını kaybediyorlar. Hayat işe, aileye ya da kişisel arzu ve ihtiraslara endeksleniyor. Modern zamanlar belki de en çok dünyevi enstrümanların fazlalığı yönüyle bir farklılık gösteriyor:

İşi büyütmek, bol para kazanmak, iyi bir kariyer planlaması yapmak, güzel görünmek, evlenmek, okumak, iyi okullardan diplomalar almak, şöhret peşinde koşmak, keyfince harcamak, yoksullara yardım etmek, iyilik yapmak, çevreci olmak, hayvanları koruma derneği üyesi olmak…

Bunlar gerçekten birer enstrüman mı?

Elbette gündelik yaşantımızı devam ettirebilmek ve birlikte yaşadığımız insanlara doğrudan ya da dolaylı fayda sağlayabilmek için çaba harcamak durumundayız. Geçimimizi sağlamak için çalışmalı, iyi bir iş sahibi olmak için okumalı, gündelik yaşantımızı uyumlu bir şekilde devam ettirebilmek için aile kurmalı, sosyal bir çevre edinmeliyiz. Ve bunu iyi yapmalıyız. İşimizde de, aile ve sosyal çevremizde de insanlara mutlaka fayda sağlayacak şekilde en iyi olanı gözetmeliyiz.

Ancak işimizde en iyiyi yakalama çabasını hayatımızın birinci önceliği haline getiriyor, günlerimizi kariyerimizi geliştirmek adına gayret harcayarak tüketiyorsak, daha iyi bir iş ve daha çok para kazanmak için yaşıyoruz demektir.

Oysa biz bu dünyaya para kazanmak için gelmedik. Nefes alış verişimiz, kalbimizin sürekli en uzak hücrelerimize kan pompalaması, 9 ay boyunca annemize yük olmamız, güneşin hiç şaşırmadan, bıkmadan usanmadan her sabah yeniden bize gülümsemesi, mevsimlerin ahengini bozmadan birbiri ardınca gelmesi, diğer canlıların kendilerini ve hayatlarını bize adamaları, bizim para kazanmamız, kariyer yapmamız ya da eğlenmemiz için olmasa gerek.

Yani biz bir tekstil firmasında overlokçu ya da bir lokantada komi, her akşam çöp arabasıyla bir mahallenin çöplerini toplayan bir temizlik şirketi elemanı, bir yazılım firmasında programcı, bir resepsiyonist, bir ürün pazarlamacısı, öğrenen ve öğrendiğini başkalarıyla paylaşan bir öğretmen, bir gazeteci, bir işçi, bir memur olmak ve işimizi devam ettirmek için bu dünyada bulunmuyoruz. Bu işlerde çalışarak para kazanmak için de gelmedik. Bütün bunlar dünya hayatımızın konforuyla ilgili. Ancak konforlu da yaşasak, yaşam standardımız düşük de olsa, neticede yaşıyoruz ve her geçirdiğimiz gün dünya ile olan bağımızın biraz daha kopmasına neden oluyor. İşimiz, kariyerimiz, paramız ve kazandıklarımız buna mani olamıyor.

Dünya hayatı bir gölgelik gibi. Kazanmak ve sahip olmak için büyük çabalar harcadığımız her şey zamanla kıymetsizleşiyor. Bunu biliyoruz. Hastalık hali ya da ölüm düşüncesi bile tüm servetimizin bir anda nazarımızda kıymetten düşmesine sebep olabiliyor. O zaman daha iyi anlıyoruz dünya hayatının fani olduğunu ve her şeyin elimizden kayıp gittiğini. Dolayısıyla hayatımıza bir anlam katmamız gerekiyor. Dünyaya gelmeden önceki ve dünya hayatımızdan sonraki durumumuzla uyumlu olabilecek bir anlam.

Ezeli varlık sahibi bizi yarattı. Ruhlar aleminde O’nun ilahi sorusuna muhatap olduk ve Rabbimiz olduğunu, terbiyesini kabul ettiğimizi ikrar ettik. Dünyaya gönderildiğimizde bu ikrarın ardında durup durmayacağımızın, bizim için müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilen peygamber ve kitaplarla ortaya konulan terbiye hudutları çerçevesinde kalıp kalmayacağımızın sınavını veriyoruz. İyi ruhlar ve kötü ruhlar birbirinden ayrılsın diye.

Dünya hayatında verilen bu sınav sonrasında, Rabb’in terbiye sınırlarında yaşayarak sınavı başaran iyi ruhlar için mükafat, O’nun terbiye sınırlarını kabul etmeyip kendisi için başka sınırlar belirleyen, başka Rabb’ler kabul ederek ruhlar aleminde verdiği sözü tutmayan kötü ruhlar için de mücazat olacaktır.

Çünkü cennet ucuz, cehennemse lüzumsuz değildir.