Arap Baharı ve İslam Toplumunun Siyasal Geleceği

mebekiUzun zamandır bir baharı konuşuyoruz. Evveli kış, sonrası yaz olan bir baharı. Kışın soğuk, kapalı, karlı, kasvetli ve meşakkatli ikliminden yeni bir dirilişe, yeni bir yaza ve aydınlık yarınlara kapı aralayan baharı. Arap baharını.

Bu yüzyılın başlarında İslam dünyasında halklar kendilerini despotça idare eden yöneticilere karşı kelimenin tam anlamıyla bir varlık mücadelesi başlattılar. Tunus’ta kırıldı kışın sert havası. Muhammed Bouazizi adında üniversiteden ayrılmış bir işportacı, devlet adamlarının ceberut yönetimine bireysel bir tepki olarak kendisini ateşe verdi. O ateş Arap baharının işareti oldu. Muhammed, aslında İslam coğrafyasında  gelinen noktayı gösterdi. Bu durum şimdiye kadar uyguladıkları baskı ve şiddetle ve ortaya koydukları adaletsiz sistemle temel insan hak ve özgürlüklerini ihlal ederek halkı hem sosyal hem bireysel anlamda onursuz bir yaşama mahkum eden zalim devlet adamlarına karşı duyulan kin ve öfkenin bir dışavurumuydu. Yani şimdiye kadar maruz kalınan zulme bireysel olarak gösterilebilecek tepki, ancak kişinin kendisine zarar vermesi şeklinde olabilir, diyordu. Çünkü ötesine fert olarak güç yetmezdi.

Bu ateş, onlarca yıldır müstebit yöneticilerin zulmü altında ezilmiş, yüreklerinde öfkeyi mayalamış olan sessiz çoğunluğu harekete geçirdi. Fert olarak bir şeyler yapabilme gücünden yoksun olduğunu düşünen ezilmiş mazlum halk, gücünü birleştirerek mücadele etmenin esasında kendilerine çok fazla bir şey kaybettirmeyeceği gerçeğini fark etti. Ve zalim müstebitlere karşı mücadeleye başladı. Devlete karşı halkın mücadelesi kolay olmadı elbette. Bedeli bir çok yerde ağır oldu. Tunus’ta, Libya’da, Yemen’de, Mısır’da, Suriye’de mühim mesafeler kat edildi. Bir çok ülkede onlarca yıl baskıcı bir yönetim uygulayan devlet başkanları devrildi.  Halk kendi iradesinin yönetime yansıması konusunda önemli bir fırsat yakaladı. Fakat İslam coğrafyasında ceberut yönetimlerin zarar görmesinden endişe eden diğer bazı müstebit yöneticiler, halkların karşısında bir ittifak oluşturdular. İsrail, ABD ve diğer Batılı ülkeler, fotoğrafı hızlı okuyup gerekli manipülasyonlarla rüzgârı tersine çevirme çabası içerisine girdiler. Mısır’da seçilmiş Cumhurbaşkanını darbeyle devirdiler. Suriye’de halkıyla savaşan devlet başkanına hem silah yardımı yaptılar hem de siyasal destek vermekten geri durmadılar. Üstelik yüz bini aşkın insanı öldürmesine ve bir ülkeyi tarihiyle ve kültürüyle yerle bir etmesine rağmen.

Bedeli ağır oldu Arap baharında esen meltemin. Tarifi zor acılar yaşıyor müslüman halklar. İç savaşlarda yüz binler hayatını kaybetti. Çatışmalar bayramlar da bile devam ediyor. Kadınlar dul, çocuklar yetim kalıyor. Milyonlarca insan memleketinden göç edip kamplarda yaşamak durumunda kalıyor. Şehirler kültürel unsurlarıyla birlikte tarumar ediliyor. Ülkeler eğitim, kültür ve ekonomik yönden onlarca yıl geriye gidiyor. Henüz yaralar taze.  Hasar sonradan daha net anlaşılacak. İnsan temel hak ve özgürlüklerinin elde edilmesi noktasında nasıl bir bedelin ödendiği yaralar sarılmaya başlandığı zaman belli olacak.

Manzara görünen şekliyle pek de iç açıcı değil. Yangın yeri gibi İslam dünyası. Arap baharı, aydınlık yarınlara göz kırpmak yerine, damardaki kanı donduran bir zemheriyi işaret ediyor gibi. Ödenen bedel, kazanımlara değecek mi?

Toplumların olayları nasıl değerlendirdiği işte burada önem kazanıyor. Bir muştu kıymet arz ediyor. Bir söz yaşama arzularını kamçılıyor toplumun. Bir işaret umutlarını yeşertiveriyor en zor anlarda. Çünkü her toplumun geleceğe dair kendisini diri tutan ve her şeye rağmen motivasyonunu kaybetmesine mani olan inançları vardır. Bunlarla geleceğe projektör tutarlar. Madden ve manen bir tükenmişliği yaşamaktan kurtulur ve zinde kalmayı başarabilirler. Bunlar önemli ve değerlidir. Tarih, bu tarz inanç örnekleriyle doludur.

İbn  Hanbel’in Müsned’inde yer alan ve Hz. Huzeyfe’den rivayet edilen şu hadis-i şerif de bu inanç ve motivasyonu sağlayan unsurlardan biridir:

Huzeyfe’nin rivayet ettiğine göre, Resulüllah (sav) bir hutbesinde şöyle buyurdu:

‘Peygamberlik (nübüvvet) sizde Allah’ın dilediği kadar kalacaktır; sonra peygamberlik çizgisinde hilafet gelecektir. Bu da Allah’ın dilediği kadar sürecek ve sonra onu da kaldıracaktır. Daha sonra ısırıcı saltanat gelecektir. Bu da Allah’ın dilediği kadar sürecek ve sonra onu da kaldıracaktır. Bundan sonra baskıcı (ceberutiyet) bir yönetim gelecektir. Bu da Allah’ın dilediği kadar sürecek ve sonra onu da kaldıracaktır. Ve bundan sonra da yine peygamberlik çizgisinde bir hilafet gelecektir.’ Ravi der ki, sonra Resulüllah (sav) sükut etti. (İbn Hanbel: Müsned IV/273)

Peygamberimizin İslam dünyasının yaşayacağı siyasal sürece dair mühim bir tesbiti bu.

Buna göre İslam toplumu şu siyasal dönemleri yaşayacak:

1. Peygamber Efendimizin idaresi, Nebevî yönetim.

2. Nübüvvet çizgisinde Hilafet.

3. Yönetimin babadan oğula geçtiği ‘ısırıcı saltanat’.

4. Baskıcı ve zorba yönetimler.

5. Yeniden Nübüvvet çizgisinde Hilafet.

 

Bu sıralamanın tarihsel akış içerisindeki karşılığı ise şöyle:

Nebevî yönetim, peygamber idaresi Hicret sonrası Medine Site İslam Devleti’nin kurulmasıyla başladı ve 632 yılında Peygamber efendimizin vefatıyla sona erdi.

Sonra Nübüvvet çizgisinde Hilafet dönemi başladı ve Hulefa-yı Raşidin’in ardından 6 ay halife olan Hz. Hasan’ın hilafeti Hz. Muaviye’ye devrettiği tarihe kadar 30 yıl devam etti.

Hz. Muaviye ile birlikte ‘ısırıcı saltanat’ dönemi başladı. Saltanat dönemi İslam dünyasında en uzun dönemdir. İslam coğrafyasındaki etkinliği dikkate alındığında Osmanlı Devleti’nin dağılmasıyla bu dönemin de 1924 yılında sona erdiği söylenebilir.

Saltanat döneminin sona ermesiyle İslam topraklarında ceberut, baskıcı, despotik bir dönem başladı. Müslüman halk pek çok yerde sindirildi. Ezildi. Engellendi. Temel insan hak ve özgürlükleri elinden alındı. İnançlarını yaşaması engellendi. Dönüştürülmeye çalışıldı. Fakirleştirildi. İzzetiyle oynandı. Üç müslümanın bir araya gelip sohbet etmeye cesaret edemediği zamanlar yaşandı. İslam topraklarında müslümanca yaşamanın aleni suç telakki edildiği vakitler oldu. Müslüman önderlerin basit gerekçelerle şehit edildiği, hapishanelerin müslümanlarla doldurulduğu dönemlere şahit olundu. Ancak bu dönem henüz bitmiş değil.

Baskıcı ve zorba yönetimlerin sona ermesiyle yeniden nübüvvet çizgisinde bir hilafet dönemi gelecek.

Arap baharı, öncesiyle ve bugün yaşananlarla baskıcı ve zorba yönetimler dönemine tekabül ediyor. Belki de dönemin sonlarına yaklaşılıyor Arap baharıyla. Ancak bu dönemin sonu tamamen aydınlık. Ödenecek her bedel aydınlık bir geleceği meyve verecek. Özelde İslam dünyası genelde de tüm insanlık için bu gelecek önemli. Nübüvvet çizgisinde bir hilafet.

Hilafet teşkilatlanması nasıl olacak? Bu dönemde İslam coğrafyası, başında halifenin bulunduğu birleşik devletler gibi yeniden bir çatı altında mı birleşecek? Müslüman devletler arasında bugün var olan sınırlar kalkacak mı? Müslümanlar, kendilerini her yönüyle bir bedenin azaları gibi görebilecek ve beden bütünlüğünü yeniden sağlayabilecekler mi? Kardeşler arasında haddi aşan olduğunda, bir irade onu müslümanlar adına te’dip edebilecek mi? Halifelik kurumunun şahsında müslümanlar topyekun müslümanca bir irade ortaya koyarak, hem İslam toplumlarına hem de ömrünün sonlarını yaşayan dünyaya huzur ve emniyet getirebilecekler mi? Bu dönemde de müslümanlar, nübüvvet çizgisinde bir hilafet müessesesinin uygulamalarını diri tutabilecek iç zenginliğine sahip olabilecekler mi?  Kıyamet dünyanın insanlık adına bu kemâlata sahip olmasının ardından mı kopacak?

 

Gelecek aydınlık. Çünkü bir peygamber müjdesi bu. Bir peygamber muştusu. Bir peygamber mucizesi.