Türkiye’nin önündeki tarihî dönemeç

Türkiye’de toplumsal değişimlerin yönü hep yukarıdan aşağıya doğru oldu. Yukarıdakiler, aşağıdakiler için uygun gördüklerini pratiğe koyuyor ve ‘bundan böyle, şu şekilde davranacaksınız, bu sizin için daha iyidir’ diyerek, sosyal bir değişim süreci başlatıyorlardı. Baştan aşağıya kadar dayatma dolu bu süreç, değişimin niteliğine göre ‘aşağıdakiler’in farklı refleksler geliştirmesine neden oluyordu.

Osmanlı Devleti, bir Âl-i Osman devletiydi. Yönetim babadan oğula geçiyor ve halkın yönetici belirleme noktasında hiçbir dahli bulunmuyordu. Yukarıda olmak için liyakatli olmaktan önce Âl-i Osman’dan olmak gerekiyordu. Buna rağmen hanedandan çok başarılı yöneticiler de çıktı. Ama hiçbir durum, yönetime halkın müdahil olması olasılığını gündeme getirmedi. Halk, reaya olarak kaldı.

Osmanlı Devleti dünya siyasetinde etkin yapısını sürdürürken, Kıta Avrupası’nda aşağıdan yukarıya doğru meydana gelen toplumsal talep ve mücadelelerin Avrupa’yı nasıl değiştireceğini ve bu değişimin sonradan kendi başına neler açacağını çok da öngörebilecek durumda değildi. Yüzlerce yıl gerek kilisenin gerekse feodal beylerin ciddi despotizmi altında kalan Avrupalılar, kendi irade ve özgürlükleri adına büyük mücadeleler vererek, Avrupa’da siyasal şekillenmenin oluşumunda etkili oldular. Bunun için bedel ödediler.

Yeni süreçle birlikte Avrupalılar hem bilim, sanat, edebiyat ve ilahiyatta hem de sosyal, siyasal ve askeri alanda ilerlemeler kaydettiler. 18. yüzyıla kadar kendi dünyasına kulak kesilmiş olan Devlet-i Âl-i Osman, Batıdaki bu ilerlemeleri fark etmekte gecikti. Batılı ülkeleri yakın takibe aldığında askeri, siyasi, ekonomik ve teknolojik anlamda Batının gerisindeydi. Emperyalist yaklaşımlarla masum bölgeleri yer altı ve yerüstü zenginlik kaynaklarını sömürerek beslenen Batılı devletler, siyaseten zayıflayan Osmanlı devleti üzerinde politikalar üretmeye başladılar. Osmanlı coğrafyası jeopolitik yapısının önemli olması dolayısıyla emperyalist iştahları henüz kabarık olan Batılı tüm devletlerin ilgisini çekiyordu.

Batılı devletler Osmanlı devletini siyaseten za’fiyete düşürebilmek için, devletin içişlerine müdahale etme imkanı tanıyacak ve meşrutiyetin ilanına kadar uzanacak olan ‘azınlık’ hakları meselesini kullandılar önce. Osmanlı Devleti’ne bu konuda baskı uyguladılar.

Tanzimat ve Islahat Fermanlarının ardından Batıcı elitlerin baskısıyla (İttihat ve Terakki) Sultan II. Abdulhamid meşrutiyeti ilan etti. Meşrutiyet, Âl-i Osman dışında bulunan halkın da yönetimde etkin olabileceği anlamını taşıyordu. Artık sadece padişah olmayacaktı. Padişahla birlikte seçimler yapılacak, bir meclis oluşturulacak ve hepsinden önemlisi Anayasa bulunacaktı. Bu durum Osmanlı halkının edilgen yapıdan çıkması için bir kapı aralamış oldu. Kesintiye uğramış olmasına rağmen Kanun-i Esasi’nin ilan edilmiş olması önemliydi ve fakat yeterli değildi. Çünkü, mutlaki yönetimden meşruti yönetime geçiş, maalesef, yine geleneksel eğilimlerle olmuştu. Kendini halkın üzerinde gören elit bürokratlar meşrutiyetin ilanının halk için faydalı olabileceğini düşünmüş ve bunu uygulamaya çalışmışlardı. Siyasi kazanım olarak değerlendirilebilecek yenilikler, halkın verdiği bir mücadele sonrasında elde edilmek yerine halka bir ihsan olarak sunulmuş gibiydi. Buna rağmen Meşrutiyetin mutlakiyetten farkını iyi tefrik eden ve halkı bu noktada yazı ve konuşmalarıyla aydınlatmaya çalışarak meşrutiyeti meşru’ bir sistem haline dönüştürme çabası içerisinde bulunan ve meşrutiyeti, meşrutiyet-i meşru’a şeklinde toplum geneline yaygınlaştıran aydınlar da oldu. Onlar halkın bilinçlenerek meşrutiyete sahip çıkması ve halk iradesinin aşağıdan yukarıya doğru bir dönüşümde etkili olmasını temin etmek istiyorlardı.

Cumhuriyetin ilanıyla sonuçlanan bürokratik darbe akabinde durum yine değişmedi. Nasıl meşrutiyet halkın zorlamasıyla ilan edilmediyse, aynı şekilde Osmanlı Devleti’nin sonu olan Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyetin ilanı da halkın siyasal mücadelesi sonrasında olmadı. Bürokratik darbeyi yapan anlayış halk için saltanat ya da meşruti yönetimi uygun bulmamış, Cumhuriyetin daha faydalı olabileceğini düşünmüş ve bunun gereğini yerine getirmişti. Halk Cumhuriyeti kendi mücadelesinin bir kazanımı olarak tesis etmedi ancak, Cumhuriyeti, kendisini değerli hale getiren içeriği itibariyle sahiplendi. Zaten 20. yüzyılın ortalarına kadar tek parti saltanatı devam etti. Osmanlı döneminde padişahın hanedana mensubiyet şartı gibi, Cumhuriyet döneminde de seçkin bürokrasi mensubiyeti aranarak halk, yine yukarıdan aşağıya doğru dönüştürülmeye çalışıldı.

Osmanlı döneminde halkı dönüştürmeye çalışan anlayış, halkın değerlerine ayrı bir önem atfettiği için, halk çoğu zaman ehilleştirilmeye çalışılan muhalif yanını göstermedi. Ancak Cumhuriyet döneminde dönüştürme aynı hassasiyetle yapılmadığı için halk muhalif yanını göstermekte ve zorlanmasına rağmen refleks geliştirmekte beis görmedi. Osmanlı Türkiyesinde olduğu gibi, Cumhuriyet Türkiyesinde de halk, ‘dine zarar gelmesin, ne olursa olsun’ anlayışını düstur edinmişti. Hassasiyette önceliği dine vermişti. Cumhuriyet döneminde, hassasiyetler törpülenmeye çalışılmışsa da, Türkiye toplumunun hassasiyetlerini görmek bakımından önemli olan ‘Türkçe Ezan’ meselesinde olduğu gibi yukarıdan yapılan dayatmalar, uzun süren bir döneme rağmen, halkın değişimi özümsemesine neden olamamış aksine halkın sessiz ve kendinden emin direnciyle karşılaşmıştır.

Çok partili sisteme geçiş o zamana kadar hep kendisine biçilen rolü oynamak durumunda bırakılan halkın iradesinin önemli hale gelmesini sağladı. Ancak elit bürokrasi, ipin ucunu halkın eline verme niyetinde değildi. Bu, halka güvensizliğinden kaynaklanıyordu. Çünkü çok partili sistem, alternatif partilerin kurulması demekti. Eğer halkın içinden çıkıp, halkın tercih ve hassasiyetlerini doğru okuyan siyasiler olursa, halk onlara meyledebilir ve kendi iktidarları çok kolay bir şekilde sarsılabilirdi. O zaman da kendilerinin halk için onca kafa yormalarının bir anlamı kalmamış olurdu. Bunun için yazılan anayasalar, ipin ucunun kendilerinde olacağı tarzda dizayn edildi. Halk için, halkın iradesine kısıt getirildi. Dahası oluşturulan sistemin halktan korunması sağlanmaya çalışıldı.

Gerçek şu ki, Türkiye toplumu yüzlerce yıldır kendisini gerçekleştirmeyi mani olan engellerle yürümekten yorgun düştü. Bu engellerle yürürken yaşadığı yorgunluk hali dışında, yukarıda anlatıldığı şekliyle, hep başkalarının nereye adım atması ve nasıl yürümesi gerektiği ile ilgili direktiflerine uymak zorunda bırakıldı. Bazen yıllarca kat ettiği yolu defalarca yeniden yürümek mecburiyeti yaşamış olması beden yorgunluğuna ilaveten müthiş bir zihin, ruh ve bilinç düşkünlüğüne de neden oldu.

Gelinen nokta, halkın hiçbir değişim ve dönüşümün kendisine rağmen gerçekleşemeyeceği mesajını her zamankinden daha güçlü verdiği bir noktadır. Halk, sistemin bir bütün olarak kendi iradesi doğrultusunda şekillendirilmesini talep ediyor. Kendisinin dönüştürülmeye çalışılmasından vazgeçilmesi arzusunu aleni olarak dile getiriyor. Sivil ve özgürlükçü bir Anayasayı diretiyor. Devletle halkı kucaklaştıran sivil ve özgürlükçü bir anayasayı.

Şurası ilginçtir ki, Türkiye toplumu tarihinin en önemli siyasal dönemeçlerinden birini yaşıyor. Zira Batının büyük mücadelelerle, bedel ödeyerek elde ettiği siyasal ve toplumsal kazanımlar, Türkiye toplumu tarafından tarihi ve kültürel bir tecrübe birikimiyle elde ediliyor.