Bir Sorun Var Dualarımızda…

Allah insanı yarattı ve imtihan etmek için dünyaya gönderdi. Dünya hayatı her şeyin yolunda gittiği bir yer değil. Bunun için de yaratılmadı zaten. İnişleri ve çıkışları var. Zorluk ve kolaylıkları; darlık ve genişlik zamanları. Bütün özellikleriyle çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık dönemleri.

Üstelik insan bu dünyaya gönderilip, kendi haline bırakılmış, terk edilmiş ya da unutulmuş da değil. Aksine imtihanı çok çetin. Dünya hayatı, varlık yolculuğunun en önemli duraklarından biri. Çünkü bu durak, yolculuğunun bundan sonraki kısmını belirleyecek bir imtihan yeri olarak düzenlendi. Burada en mühim meselesi, hakiki imanı elde edip edememe meselesi. Ancak mesele sadece bununla da bitmiyor. İman ettikten sonra, bedeniyle, malıyla, çoluk çocuğuyla, nefsiyle, her an ve karşılaştığı her durumla imtihan ediliyor. Varlıkla ve yoklukla imtihan ediliyor. Sıhhatle ve hastalıkla imtihan ediliyor. İyiyle ve kötüyle imtihan ediliyor. Bu imtihanla aynı zamanda olaylar karşısındaki itikadı, sabrı, metaneti ve Allah’ın emir ve yasakları karşısındaki tavrı da ölçülüyor.

Gücü ve iktidarı sınırlı bir varlık insan. Aciz, zayıf, çaresiz, aceleci ve ihtiyaç sahibi. Buna rağmen arzu ve hayalleri alabildiğine geniş ama yine de karşılaştığı her durumla ilgili yardıma muhtaç. Kendi kendine yetemiyor bir kere. Kendi bedenine bile söz geçirebilme imkanından yoksun. Bedenini kontrol edemediği gibi çevresinde meydana gelen olayları da kontrol edemiyor. Bunun için de her durumda yardıma ihtiyaç duyuyor. İşte bu bir başına üstesinden gelemediği durumlarla ilgili yardım çağrılarına dua diyoruz.

Dua yalvarmak, niyazda bulunmak, çağırmak, seslenmek, yardım istemek, muhtaç olmak demek. Allah insanın bu halini önemsiyor ve bu halden dolayı ona değer veriyor. ‘Bana dua edin ki, duanıza icabet edeyim’ diyor ve kullarını dua etmeye, acziyetlerinin farkına varıp kendisinden yardım istemeye teşvik ediyor. Bunun için de duayı, her vaktin ibadeti olacak ve insanın kendisiyle arasındaki yolu devamlı işler kılabileceği bir yakarış olarak belirliyor.

Diğer ibadetlerde, ibadetlerin yapılacağı belirli zamanlar var. Namazın muayyen vakitlerde kılınması, orucun Ramazan ayında tutulması gibi. Ancak genel manada dua için herhangi bir vakit tahsisi yapılmış değil. İnsan, günün her vaktinde şekil şartlarından bağımsız olarak dua edip varlık aleminin sahibi ve her şeyi elinde bulunduran Rabbine halini arz edebilir. Bir kul için müthiş bir şeydir bu. İnsanları huzursuz eden en önemli yaklaşımlardan birinin, dikkate alınmamak, dinlenilmemek, kendini ifade edebilecek yeterli imkanı bulamamak olduğu göz önüne alınırsa, duanın insan ile Rabbi arasında ne büyük bir huzur vesilesi olduğu daha rahat anlaşılabilir. Hiçbir şeye muhtaç olmayan Yaratıcı, her şeye muhtaç kullarını dua etmeye, sadece kendisine yönelmeye ve sadece kendisinden bir şeyler istemeye teşvik ediyor. ‘Bana dua edin ki, duanıza icabet edeyim’ diyor.

Öte yandan bu müthiş rabıtanın devamı ve insanların bazı vakitlerde daha fazla yoğunlaşmalarını sağlamak için, duanın kabul olacağı zamanlardan ve duası kabul edilecek kişilerden de bahsedilir kaynaklarda. Cuma günü, duanın mutlaka kabul edileceği bir zamandan söz edilir. Babanın evladına ettiği duanın, hastanın ve misafirin dualarının kabul edileceği söylenir. Sosyal bir dizaynı da beraberinde getiren bu tarz nebevi söylemler, duanın hayatın her anına yaygınlaştırılması gereken bir durum olduğunu ortaya koyuyor. Bu bakımdan, dua bizim için büyük bir nimet. Ele geçmez bir fırsat. Çünkü biz, her zaman her şeyin istediğimiz gibi gitmediği, yakınlarını kaybedenlerin, hasta olanların, yeni iş kuranların, okula başlayanların, evlenenlerin, boşananların, çocuğu olanların, ayrılanların, kavuşanların, başarılı olanların ve başarısızların olduğu bir hayatın içindeyiz. Bir kısmına şahid oluyor, bir kısmını bizzat yaşıyoruz. Bu yüzden yaşadığımız ve karşılaştığımız her durumla ilgili bir yaklaşım geliştiriyor ve dualarla bu yaklaşımları destekliyoruz. Bunu çoğunlukla iyi niyetle yapıyoruz. Yaptığımız duaların kabul edileceği şeklinde bir itikada sahip olduğumuz için de, aceleci davranarak, isteklerimizin ayniyle gerçekleşmesini bekliyoruz. İsteklerimiz gerçekleşmeyince önce biraz duraklıyor, sonra dualarımızın neden kabul edilmediğini sorgulamaya başlıyoruz. Hani ‘Allah dua edin, duanıza icabet edeyim’, diyordu.

Şimdi bir yandan ‘dua’ kavramı ihdas edilerek dua etmek teşvik edilip gündelik hayatın her anına bu kadar yaygınlaştırılırken, duanın kabul olacağı anlardan ve duası kabul olacak kişilerden bahsedilerek duanın kabul olacağı şartlar kolaylaştırılırken, ‘yaptığımız dualar kabul olmuyor’, ‘Allah dualarımızı kabul etmiyor’ diyorsak, burada önemli bir sorun var demektir.

Toplumsal hayatta sıklıkla duyduğumuz dua niyetiyle sarf edilen bazı sözlere baktığımızda aslında çok mühim bir sorunun olduğunu söyleyebiliriz. Evet oldukça önemli bir problemimiz var bu konuda. Duanın şekil ve adabı dışında önemli bir sorun bu. Bir dil problemi, bir üslup sorunu. Söylediğimizi anlamıyoruz. Anlaşılabilir şeyler söylemiyoruz. Kalbimizdeki sözler başka, kelimelere döktüklerimiz başka. Başka şeyler kastedip başka şeyler söylüyoruz. Ve bunlar daha çok, kalıplaşmış ifadeler. Ben ağzıma geleni söyleyeyim, Allah uygun olanı bilir, onu kabul eder diye düşünüyoruz. Sorgulamadan ve anlamadan kullanıyoruz bir çok ifadeyi.

Örneğin, sevdiğimiz ya da bize yardımı dokunmuş birine, ‘Allah ne muradın varsa versin’ ya da ‘Allah gönlünde olanı versin’ diyoruz. Böyle dua (!) ederek, aslında onun gönlüne hoş bir dokunuşta bulunduğumuzu düşünüyoruz. Maksadımız onun isteklerinin yerine gelmesi dolayısıyla onun da bizim yaşadığımız tarzda bir mutluluğu yaşamasını dilemek. Oysa onun gönlünde neyin olduğunu ve gönlünde olanın kendi hayrına olup olmayacağı hakkında hiçbir fikrimiz yok. Belki murad ettiği şey, hiç de meşru değil. Belki gönlünde olan, hakkında hayırlı olmayacak. Birine böyle samimi bir temennide bulunmak, onun için hayr dilemek anlamına gelmiyor.

‘Allah bütün dualarını kabul etsin’ diye dua (!) etmek de aynı şekilde ilginç. Bu duayla aslında ‘Allah’ım! Ben ne istediğimi biliyorum ve bunları senden diliyorum. Sen de dileklerimi ve dualarımı kabul eyle’ demek istiyoruz. Oysa, isteklerimizin hakkımızda hayırlı olup olmayacağı noktasında hiçbir şey bilmiyoruz. Biz, sadece talep ediyor ve isteklerimizin gerçekleşmesine odaklanıyoruz. Onlar istediğimiz şekilde olsa, mutlu olacağız sanıyoruz. Ama kaçımız bütün isteklerimizin gerçekleşmesinden mutlu olabilir? Aynı şekilde gönlümüzde olanın, hakkımızda da hayırlı olacağına nasıl kâni olabiliriz ki?

Allah uzun ömürler versin. Ya da Allah sağlıklı uzun ömürler versin duası da aynı çerçevede değerlendirilebilir. Bir iyi niyet temennisi var gibi görünüyor. Ancak kelimelerin ifade ettiği mana daha başka. Uzun hayat, eğer insanın manevi tekamülüne imkan tanıyacaksa bu hayırlı bir hayattır. Ancak uzun yaşamak, sağlıklı da olsa insanın günahlarını artıracak ve ahiret hayatı için olumsuz olacaksa kendisine dua edilen kişi hakkında hayırlı olmayacak demektir ki, bu da istenmez, talep edilmez ve bu yönde dua da edilmez.

Çocuğunu kaybetmiş bir ailenin taziyesinde dua niyetiyle sarfettiğimiz tuhaf sözler de var: ‘Allah, bir daha evlat acısı yaşatmasın.’ Ya da ‘Allah kimseye evlat acısı çektirmesin’ gibi. Burada evlat kaybının acı olduğu gerçeğini dile getirerek evladını kaybeden kişinin acısını paylaştığımızı ifade etmek istiyoruz. Niyetimiz bu, kalbimizde de bu var. Ama kullandığımız sözlerin anlamı bambaşka. Allah kimseye evlat acısı çektirmesin’ demekle aslında ‘Allah, bütün evlatlara anne baba acısı çektirsin’ demiş oluyoruz. Çünkü ölümün inkar edilemez bir hakikat olduğu bu dünyada, anne babanın evlat acısı çekmemesi, ya ölümün öldürülmesiyle, ya anne babanın bir daha çocuk sahibi olamamalarıyla ya da evlatlarından önce ölmeleriyle mümkün. Bu ise, hiç de talep edebileceğimiz bir durum değil. Düşündüğümüz şey başka, söylediğimiz şey başka.

‘Allah seni bildiği gibi yapsın’ ve ‘Benim hakkımda ne düşünüyorsan, Allah sana da on katını versin’ gibi dua niyetiyle söylenen sözleri de bu çerçevede değerlendirmek lazım.

Kendimizi ve söylediklerimizin ne anlama geldiğini sorgulamak yerine, dualarımızın neden kabul olmadığını sorguluyoruz. Devamlı yaptığımız duaların kabul olmayışı, pamuk ipliğine bağlı itikadımızın kopması noktasına kadar götürebiliyor bizi.

Dua ifadelerinde, duanın özü bulunmalı. Yani kulun aczi, fakrı ve çaresizliği yer almalı. Yaratıcıya isim ve sıfatlarıyla yönelip O’nu takdis etmeli. O’nun yardımına duyulan ihtiyaç ifade edilmeli. O’ndan talep edilen her ne ise, bu net bir şekilde belirtilmeli ve talep edilen şeyin kendi dünya ve ahireti için hayr olması, hayra dönüştürülmesi istenmeli. , bu talep net olmalı. Ve istenilen şeylerin dünya ve ahiret için hayırlı olması talep edilmelidir. Yoksa duada talep edilecekler noktasında belirsizlik olmaz. Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin dilinden bir çok dua örneği var. Allah bu ayetlerle aslında kullarına nasıl dua etmeleri gerektiğini de öğretiyor.

Elhasıl, zihnimizi berraklaştırdıktan sonra, sözlerimizi de netleştirmeli ve bir kul edası içerisinde Yaratıcımızın büyüklüğüne sığınarak hakkımızda hayırlı olanı vermesini dilemeliyiz:

 “Ey Rabbim! Bilmediğim şeyi istemekten Sana sığınırım. Eğer Sen, beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen ben hüsrana düşenlerden olurum!” (Hûd, 11/47)

“Ey Rabbim! Bana ve anama-babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi iş yapmamı gönlüme ilham eyle ve rahmetinle, beni iyi kulların arasına dâhil et.” (Neml, 27/19)

 

Not: Bu yazı, Altınoluk Dergisi’nin Şubat 2015 sayısında yayımlanmıştır.