Ne zaman öleceğimi bilmek ister misin?

Akşam saatleriydi. Betül ve Taha Erdemle birlikte bir yandan müzik dinliyor bir yandan da çaylarımızı yudumlayarak müzikle ilgili konuşuyorduk. Tatlı bir sedayla yatsı ezanı okunmaya başladı. Müziği kapattım. Sohbetin konusu da böylelikle kendiliğinden değişmiş oldu. Ezana saygıdan devam ettik konuşmaya. Betül, mezarlıklardan geçerken de, aynı şekilde saygılı olunması gerektiğini söyledi. Okul servis şoförü de öyle yapıyormuş.

Daha önce defalarca çocuklarla birlikte Yuşa Tepesine, Eyüp’e ve bazı türbelere ziyarete gittiğimiz için onlara ziyaretler sırasında söylediğim bir ifadeyi hatırlatmak istedim: Her şeyin bir âdâbı vardır. Kabirleri ziyaret âdâbından biri de, kabirlerin bulunduğu mekânlara girildiğinde selam verilmesidir.–    Neden? diye sordu Taha Erdem.

–    Çünkü, kendilerine selam verildiğinde, mezarda yatanlar, onun selamını alırlar, dedim. Bir gün ben öldüğümde, benim de kabrimi ziyarete gelirseniz, selam verdiğinizde sizin selamınızı duyar, sizi tanır ve selamınıza karşılık verebilirim. Böylelikle bağımız ve beraberliğimiz hep devam eder.

Taha Erdem, bu cümleye içerledi biraz. Harika bir kavrayışla hem de hayal dünyasında hissederek anladı söylediklerimi. Ölüm, keyfini kaçırdı.

Babasının ölümü…

Bunu fark edince, her insanın bir gün mutlaka öleceğini söyledim. Bizden öncekilerde olduğu gibi, biz de, bizden sonra gelecekler de öleceklerdir. Ve ardından daha önce ölümle ilgili konuşmalarımıza atıfta bulunmak amacıyla çarpıcı bir soru sordum:

–    Ne zaman öleceğimi söyleyeyim mi size?

Taha Erdem,

–    Bilmiyorsun ki, diye cevapladı.

Hem ölümün hayatın bir gerçeği olduğunu hem her ölümün başkasının ölümü olmayacağı, ucunun bize de dokunabileceği hissini harekete geçirebilmek hem de ‘İnsan ne zaman öleceğini bilemez. Onu ancak Allah bilir’ cevabını alabilmek için soruyu tekrarladım.

–    Ne zaman öleceğimi söyleyeyim mi?

Gülümseyerek aynı cevabı verdi:

–    Bilemezsin ki…

Soruyu değiştirdim bu kez:

–    Bunu bilmek ister misin?

–    Bilemezsin ki! diye tekrarladı yeniden.

–    Ne zaman öleceğimi bilmek ister misin sahiden? diye üsteledim.

–    Bilemezsin ki, bilemezsin ki, bilemezsin ki… diye sözlerimi bastıracak bir ses tonuyla defalarca tekrarladı cevabını.

Yüreği kabardı, gözleri doldu. Bir şeyler oluyor gözlerime dedi, gözlerini ovuşturarak.

Ağlıyordu.

Kucağıma alıp sarıldım. Sımsıkı sarıldı bana.

Buruk bir gülümseme kaplamadı yüzümü. Benim de gözlerime bir şeyler oluyordu.

Herkesin öleceğini ve bizim Cennette burada olduğu gibi birlikte olacağımızı, oranın çok güzel bir yer olduğunu söyledim. Tabii her birimiz Allah’ın istediği gibi yaşarsak… Şimdi hayatta olmayan tüm sevdiklerimiz orada bizi bekliyorlar. Ben ölürsem, mutlaka sizi bekleyeceğim, bunu bilmenizi istiyorum, dedim.

Sağ elini sağ avucuma aldım. Başparmaklarımızı kenetleyip ellerimizi sıkıca kavradık.

–    Bunun anlamı ne biliyor musun? diye sordum.

Konuşmadı. Başını iki yana sallayarak ‘hayır’ cevabını verdi.

–    Bu, biz hiçbir zaman ayrılmayacağız demektir, dedim. Burada ve öbür dünyada.

Bunu duyunca biraz daha sıktı elimi. Alt çenesi titredi. Gözleri buğulandı. Ağlamaya direndi. Fakat başaramadı.

Sıkıca tuttuğum ellerini ve göğsüme bastırdığım mis gibi kokan başını bir yana bırakarak ayağa kalktım. Dakikalardır tutmaya çalıştığım göz yaşlarımın akışına şahit olsun istemedim.

Ölümü bir ayrılık olarak görüyor Taha Erdem. Benim ne zaman öleceğimi bu bakımdan bilmek bile istemiyor. Bilinemeyeceğini bildiği halde.

Ecelin gizli olması hakiki bir nimet.

Ölüm, bir vuslat aynı zamanda.

Ama ben de onun ne zaman öleceğini bilmek istemiyorum.

11 Haziran 2009